Günümüz dünyasında, etrafımızı saran bir vurdumduymazlık dalgası, bireyleri ve toplulukları dar, kendinden menkul dünyalarına hapsediyor. Küçük, şımarık gruplar içinde, tarihin birikimi, insanlığın ortak mirası ve evrensel değerler adeta bir çırpıda yok sayılıyor. Sanki hayat, yalnızca kendi çemberlerinde dönen bir oyunmuşçasına, bu gruplar gerçeklikten kopuk bir şekilde kokuşmaya yüz tutuyor.
İnsan, bu manzara karşısında hayrete düşüyor: Nasıl olur da böylesine bir kayıtsızlık, böylesine bir hadsizlik bu denli yaygınlaşır? Bu, modern çağın bir hastalığı mı, yoksa insan doğasının derinliklerinde hep var olan, şimdi ise teknoloji ve bireycilikle daha görünür hale gelen bir kusur mu?
Bu vurdumduymazlığın kökeninde ne yatıyor? Akademik açıdan bakıldığında, sosyolog Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramı bu fenomeni açıklamak için güçlü bir çerçeve sunuyor. Bauman’a göre, modern toplumda kalıcı bağlar ve ortak değerler yerini geçici, yüzeysel ilişkilere bırakıyor. Bireyler, anlık tatmin arayışıyla, uzun vadeli sorumluluklardan kaçıyor. Teknoloji, bu eğilimi körüklüyor; zira bireylerin kendi yankı odalarında (echo chambers) yalnızca kendi fikirlerini duyarak kendilerini doğrulamalarına olanak tanıyor. Tarihin dersleri, bu yankı odalarında kaybolup gidiyor. Örneğin, bir zamanlar toplumsal değişim için bir araya gelen kitleler, bugün sosyal medyada geçici bir öfke patlaması ya da viral bir kampanyayla yetiniyor. Bu durum, insanlığın ortak mirasını ve geçmişin acı derslerini göz ardı eden bir tür “kültürel amnezi” yaratıyor.
Peki, bu döngüyü kırmak mümkün mü? Bu soruya yanıt ararken, eğitimin, sanatın ve dayanışma ruhunun dönüştürücü gücüne bakabiliriz. Eğitim, bireylere eleştirel düşünme becerisi kazandırarak, tarihin ve insanlığın birikimini yeniden anlamlandırmalarına olanak tanır. Sanat, empatiyi ve farklı bakış açılarını teşvik ederek, bireyleri kendi dar çemberlerinden çıkarabilir.
Dayanışma ise, bireyciliği aşarak toplulukların ortak bir amaç etrafında birleşmesini sağlar. Tarih boyunca, Rönesans’tan Aydınlanma’ya kadar, insanlık en karanlık dönemlerinde bile bu araçlarla kendini yeniden inşa etmeyi başarmıştır. Örneğin, 15. yüzyılda matbaanın icadı, bilgiye erişimi demokratikleştirerek bireylerin dünyayı sorgulamasına olanak tanımış ve modern bilimin temellerini atmıştır. Bugün de, dijital okuryazarlık ve eleştirel medya tüketimi gibi araçlarla, bireylerin teknolojiyle şişirilmiş egolarını dengelemesi mümkün olabilir.
Ancak bu çaba, yalnızca bireysel değil, kolektif bir irade gerektiriyor. Toplumlar, ortak değerlerini yeniden tanımlamak ve bireyciliği dengelemek için bir araya gelmezse, aynı hikâyeyi farklı kostümlerle, farklı sahnelerde oynamaya devam edebiliriz. Çürümüşlüğün panzehiri, belki de unuttuğumuz bir gerçeği hatırlamakta yatıyor: İnsan, yalnız başına değil, bir topluluğun parçası olarak anlam bulur. Teknolojinin bize sunduğu aynada kusurlarımızı görmek, değişim için bir başlangıç olabilir. Peki, sizce bu döngüyü kırmak için hangi adımları atmalıyız? İnsanlığın ortak mirasını yeniden canlandırmak için ne yapabiliriz? Soru açık, yanıt ise hepimizin elinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder