Katledilen yazarımız Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu, yaşarken ve öldürüldükten sonra babası ile olan anılarının küçük bir kısmını bizler için yazdı...
1980 döneminde, gençlik, çocukluk, anne-babalık; kim hangi dönemi yaşıyorlarsa yaşasın, Sezen Aksu’nun
Sen Ağlama albümü, toplumun kültürel tarihinde yer etmiştir. Kendi
adıma, 6-7 yaşlarında olduğum zaman çıkan bu kasedi dinlemek nedense çok
hayati bir önem kazanmıştı; yaz aylarındaydık ve o dönemlerde yazlık
bölgelere bu kasetlerden gelmiyordu. Babam, bir söyleşi için gittiği
kahvehanede bu kasetin teypçalarında çaldığını fark etmiş ve beni
mazeret göstererek rica etmiş; hâlâ dün gibi hatırlarım. Yüzünde mutlu
bir tebessümle, kahverengi kasetin üzerine beyaz banta yazılmış “Sen Ağlama-Sezen Aksu”yla
çıkıp geldiğini. Yazın Ege’nin çeşitli yerlerine 1-2 saatlik yollara
koyulurduk ve bu albüm durmadan teypte çalardı. Saatlerin hüzünlere
nasıl bölündüğünü bilemez, düşünürdüm ama. Ardından gözlerim, sağlı
sollu giden karayolunda beyaz şeritlere takılırdı; burada kesik kesik
burada uzun uzun; nedendir ki? Mavi bir Renault’yla yol boyunca
dinlenilen Sen Ağlama şarkıları, beyaz şeritlerle örülü bir çocukluk
öyküsüydü. Babam öldükten sonra, 1995 yılında yollarımız Sezen Aksu’yla
14 yaşıma girerken kesişti. Bana bir doğum günü pastası getirdiler; o da
hayatım boyunca unutamayacağım bir jest yaparak ondan hangi şarkıyı
istersem söyleyeceğini söyledi.
Utanarak, ‘Sen Ağlama’ dedim.
Bu şarkı, benim o döneme kadar yaşadığım bütün her şeyi anlatıyordu. Bana bir baktı, “Bu şarkıyı sadece senin için söylerim”
dedi, minik orkestraya tonunu söyleyerek şarkıyı söylemeye koyuldu…
Yanımdaydı, beraberce söyledik; yarısında gözleri dolu dolu oldu ve
yanımdan uzaklaşarak gitti.
Kahverengi kapaklı üzerinde beyaz bantla Sen Ağlama yazan kaset
7 yıl boyunca çeşitli aralıklarla o mavi Renault arabada çalındı.
Patlamayla araba yerle bir olduğunda, o kaset de o arabanın içindeydi.
Ve ben hâlâ hayattaki beyaz çizgilere bakıyorum; neden bazıları dümdüz akıyor ve neden bazıları kesik kesik gidiyor?
(...)
‘Kanı yerde kalmayacak’ demeleri var
24 Ocak 1993 tarihinin bir öncesi, bir de sonrası var.
Öncesinde gece gündüz evde çalışan, yazıcının cızırtısının hiç durmadığı
bir baba var. Bir konu üzerinde derinlemesine çalışan, çalıştığı
konunun içine gömülen, gece gündüz demeden aklında o konuyu döndüren bir
baba… Ardından sevdiği rutinlerle ailesini şımartan bir baba var. Zaman
zaman televizyonda gördüğüm bir baba. Bir de, bir bomba sesiyle
hayatımızın parçalandığı, bembeyaz karların üzerinde üzerine örtülmüş
beyaz örtüyle televizyon ekranından gördüğüm bir baba… Hangisi benim
babam? Yanıt, kuşkusuz çok acı, ikisi de benim babam.
Kısıtlı zamanın içine sinmiş, ömür boyu silinmeyen anılarım
var. Ayvalık’ta sabah yazısı bittikten sonra faks çekmeye gidişlerimiz
var. Yazı faks çekildikten sonra Ahmet Yorulmaz’ın kitapçısına uğrayıp çay içişlerimiz var; aslen ona çay, bana limonata. Kamuran Gündemir’in
terasına oturup Cunda’nın günbatımına bakarken derin klasik müzik
sohbetleri var kulağıma çalınan. Köşesini okuma çabalarım, yazdığı
kavramları anlama çabalarım var; dikkatlice okumaya çalışıp kelimeleri
bir araya getirip anlamayışlarım var. Antiemperyalizm, sosyalizm,
kaçakçılık, mafya, cinayetler, silahlar, ajanlar, devlet… Yazdıklarını,
çalışma metodunu görüp çok sonra anlayacağım, topluma neler anlatma
derdi içinde olduğunu…
24 Ocak’ın sonrası var
Devlet büyüklerinin içeri gelerek “Kanı yerde kalmayacak” demeleri var. Ardından Emniyet müdürlerinin derin devleti “duvar” diyerek anlatışları ve devletin, savcıların salonumuzun içine girerek, “Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür” deyişleri var. Yanımızda duran avukatlarımız, babamın gazeteci yoldaşları ve aile dostlarımız da var. Uğur’un
adını nasıl yaşatırız, yaptıklarını gelecek nesillere nasıl taşırız,
soruları var. Darmadağın olmuş bir ailenin birbirinden güç alarak ayakta
kalma mücadelesi var. Ardından kurulan vakıfta “araştırmacı gazeteci” olmak üzere mezun olan 90 öğrencimiz var.
(...)
Cinayetin eskimesi...
Uzun bir zaman. Bir cinayetin “eskimesi”ne yetecek kadar bir zaman.
Bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin
ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bunun için devlet
katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Üstelik
hayatını gerçek habere adayan bir gazeteci cinayetinin hâlâ karanlıkta
olması, gazetecilik mesleğinin de kara bir lekesi değil midir? Kendine
dokunulunca feryat edenlerin gazeteci sayıldığı bir medya düzeninde
yaşadığımızı bilerek, 19 yıl sonra tüm gazetecilere soruyorum: Devletin
öne sürdüğü açıklamalara neden hâlâ inanıyorsunuz?
(...)
Unutkan bir toplumuz
Bir travmanın yükünü, toplumsal bir travmanın yükünü taşımaya
devam ederek kimi zaman en yakınlarımla bile konuşmaktan çekindiğim bir “bomba” sesinin belirlediği bir yaşamın üçüncü on yıl kompartımanına doğru gidiyorum.
Babam bir yazısında şunu söylüyordu: “Biz unutkan bir ulusuz. Unutuyoruz olup bitenleri ve karıları, kızları gözü yaşlı arkada bırakıyoruz.”
Birçok dost unutmadı. Unutanlar da oldu; sonra dönenler
de. Siyaseten istediği yere çekenler de oldu. Bir gün bir parti, diğer
gün diğer parti sahiplendi. Adı üzerine türlü iftiralar çıkardılar.
Kendi inançlarına göre Uğur Mumcu ele geçirilmesi gereken bir değer
olduğu için, hoyratça bu adı kullananlar oldu, oluyor da. Biz hep sustuk
çünkü hep aynı yerdeydik. Yıllar sonrasında vicdanını rahatlatmak
isteyenler de oldu. Dediğim gibi, biz hep aynı yerdeydik. Hâlâ da aynı
yerdeyiz. Onun ideolojisini, gazeteciliğini, insanlığını, yaşamını
aktarmak bizlerin de bir hayat amacı oldu.
Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar
-- Sosyoloji Toplum bilimi , sosyoloji ders notları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder