Uğur Mumcu

Uğur Mumcu
Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor…

Gözden kaçanı, görülmeyeni, yok sayılanı, değer verilmeyeni, fark edilmeyeni fark ettirmek için...




13 Ocak 2024 Cumartesi

TERÖRÜN GAYRİMENKUL DEĞERİNE ETKİSİ

DİYARBAKIR İLİ SUR İLÇESİ ÖRNEĞİ

ÖZET ( yüksek lisans bitirme ödevidir) 

Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Anadolu, bilinen en eski kültür başkentleri arasında yer almaktadır. Anadolu ve Trakya Yarımadası’nı ve Mezopotamya Bölgesinin kuzeyini sınırları içinde barındıran Türkiye’nin tarihi açıdan sahip olduğu zenginliklerinden biri olan Diyarbakır surları Dünya kültür mirasları listesinde olduğu görülmektedir. Bu çalışmada terörün gayrimenkul değerine etkisi hakkında genel bilgilendirme yapıldıktan

sonra örnek olarak Diyarbakır ili, Sur ilçesi, incelenmiştir. Çalışma, Türkiye’deki bu konudaki ilk çalışma olması açısından önem arz etmektedir. Çalışmada terör, terörizm ve gayrimenkulü konu alan basılı ve elektronik kaynak taranmış Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden yasal yollar ile alınan taşınmaz satış verileri ve bölgede yaşayan halk, gayrimenkul piyasasında faaliyet gösteren ofis, büro, şirketler ve mahalle muhtarlarını kapsayan bir anket çalışması yapılmıştır. Araştırılan kaynaklar ve elde edilen veriler ışığında terörün ve terörizm gayrimenkul piyasasına etkileri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Terör ve gayrimenkul insanlık tarihi kadar eski unsurlar olduğu Terör ve gayrimenkul arasında ters orantılı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Anadolu ve yakın çevresinde kurulan devletler tarih boyunca terör olaylarıyla uğraşmak zorunda kalmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren tarih tekerrür etmeye devam etmiştir. Terör Türk Dil Kurumuna göre yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş” anlamlarını taşımaktadır. Çalışmanın literatür analizinden sonra Diyarbakır ili Sur ilçesine ait veriler analiz edilmiş terörün gayrimenkul sirkülâsyonuna ve değerine etkisinin % 98 olduğu tespit edilmiştir. Çözüm Süreci, Açılım Süreci gibi devletin attığı pozitif adımlar ile gayrimenkul piyasalarında hareketlenme eğilimi gösterdiği, Hendek Operasyonları gayrimenkul sektörünün de sekteye uğradığı ve yapılacak kentsel yenileme çalışmalarından % 68 oran ile bölge halkının memnun olduğu sonuçlarına varılmıştır. Terörün gayrimenkul değerlerine doğrudan olumsuz etki yaptığını tespit edilerek, Diyarbakır ili Sur ilçesi terör ve terörizm unsurlarından temizlenerek Bölge halkının görüşleri doğrultusunda gelir düzeyini arttıracak projeler ile halkı ekonomik refaha ulaştırılması gerektiği kanısına ulaşılmaktadır.

1. GİRİŞ

Terör ve gayrimenkul insanlık tarihi kadar eski unsurlardır. Terör ve gayrimenkul arasında ters orantılı bir ilişki vardır. Türkiye’nin üzerinde kurulu olduğu topraklar olan Anadolu tarih boyunca terör olaylarına maruz kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren tarih tekerrür etmeye devam etmiştir. Anadolu ve yakın çevresinde kurulan devletler tarih boyunca terör olaylarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Romalılar, düşmanlarını işlek yerlerde öldürdükten sonra kalabalığa karışıp kaybolmalarıyla halk arasında korku ve dehşete sebep olan Sicariilerle, Selçuklular Haşhaşilerle, Osmanlılar ise Makedon ve Ermeni çetelerinin yarattığı terör olayları ile mücadele etmişlerdir.

Türkiye ekonomisinin lokomotiflerinden olan gayrimenkul sektörü uluslararası boyuttaki küresel ekonomik krizler, siyasî krizler gibi unsurların yanı sıra terör olaylarından da olumsuz etkilenebilmektedir. Dünya üzerinde yaşanan kaos ortamı, özellikle komşu ülkelerde yaşanan iç karışıklıklar ve uluslararası alanda etkin olan terör örgütü Irak ve Şam İslâm Devleti (IŞİD) ile Türkiye’de yaklaşık 40 yıldır etkin olan Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) olumsuz faaliyetleri sonucunda gayrimenkul sektöründe sekteye uğranmasına sebep olmaktadır.

Terör eylemlerinin verdiği en büyük zarar can kayıplarıdır. Yaşanan can kayıplarının yanı sıra, ekonomik alanda yarattığı belirsizlik ortamı da terörün yol açtığı kayıplardandır. (Çeken 2016). Terör yarattığı korku ve kaos ortamı ile gayrimenkul değeri olumsuz anlamda etkilemektedir. Birçok yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişinin kısa ve uzun vadede yatırım yapmasını sınırlamakta, terör olayları yaşandığı bölgeye yapılacak yatırımları da sekteye uğratmaktadır.

Türkiye’de terör olayları sadece komşu ülkelerde yaşanan iç karışıklıklarla değil bazı Avrupa ülkelerinin açık bazı Avrupa ülkelerinin de üstü kapalı destek vermesi ile gelişmekte ve halka korku salmaya devam etmektedir. Terörün yaşandığı bölgeler ve şehirlerde halka korku salarken ekonomi ve gayrimenkul sektörü üzerinde de olumsuz etkisini sürdürmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanan terör olayları nedeni ile yatırımlar ve yatırımcılar başka bölgelere hatta başka ülkelere kaymaktadır. Terör olayları yaşandığı bölgelerin ve ülkelerin geri kalmasına ve hem ekonomik hem kültürel hem de siyasal anlamda ilerleyişini daraltmasına neden olmaktadır. Hükümetlerin ve devletin eğitim sosyal yaşam gibi hizmetlerini yapmasının önüne set çekmektedir.

Global dünyada terör olayları, bölge insanının yerinden yurdundan ederek başka şehirlere, başka bölgelere hatta başka ülkelere istemsiz olarak göç etmelerine neden olmakta ve bu göç esnasında halk sahibi bulunduğu gayrimenkulleri değerinden daha az bedellerle elden çıkarma yolunu seçmektedirler. Bu göç esnasında ekonomik sosyolojik psikolojik ve demagojik olarak çöküntüler yaşanmakta teröre maruz kalan halk istemediği bir hayata zorlanmaktadır.

Bu çalışmanın amacı, terör ve gayrimenkul ilişkisini incelemek terörün gayrimenkul değerine yaptığı olumsuz etkiyi gerçekleri ile ortaya koymaktır. Daha önce çalışılmamış bir konu olması ve terör olayları nedeni ile değerinden daha az bedeller ile elden çıkarılan gayrimenkullerin ülke ekonomisine verdiği zararlar açısından önem taşımaktadır.

Bu araştırma beş bölümden oluşmaktadır. Araştırmanın ilk bölümünde çalışmanın amacı ve yöntemi, ikinci bölümünde Terör ve terörizm kavramları amacı türleri nedenleri ve sınıflandırılması, üçüncü bölümünde terörün tarihsel gelişimi Dünyada ve Türkiye’de terör faaliyetleri ve etkileri, dördüncü bölümde terörün gayrimenkule etkisi Diyarbakır ili Sur ilçesi örneği, beşinci bölümde öneriler ile birlikte sonuca bağlanacaktır. Bu araştırma, Diyarbakır Sur ilçesinin terör ile ilgili sorunlarının çözümü için mikro bazda bir araştırma olma özelliği taşımaktadır. Bu nedenle ilçedeki demografik, sosyal, psikolojik ve ekonomik yapı da araştırılmıştır. Çalışmanın yapıldığı alan araştırmasıyla Sur ilçesinde yaşayan insanların kim oldukları, nasıl yasadıkları, ne düşündükleri terör yüzünden sahip oldukları gayrimenkulü neden ve nasıl terk etmek zorunda kaldıkları, kendilerine dair ne istedikleri gibi sorulara cevap aranmış ve elde edilen veriler analiz edilmiştir.

2. TERÖR VE TERÖRİZM KAVRAMLARI AMACI TÜRLERİ NEDENLERİ VE SINIFLANDIRILMASI

2.1 Terör ve Terörizm Kavramları

Terör sözcüğü Latince kökenli “terrere” sözcüğünden türemiştir. Korku salmak, dehşete düşürmek yıldırmak anlamına gelmektedir. Terör, en basit tanımıyla; insanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için zor kullanma ya da tehdit etme eylemidir (Kalem 2011).

Terör Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş anlamlarını taşımaktadır. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’na (TMK) göre “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, lâik, ekonomik düzeni değiştirmek. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak. Türk Devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek. Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek. Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.” Terör kelimesinin her literatür de farklı tanımı bulunmaktadır. Bunun en güzel örneği terör kelimesinin tanımının Türk Dil Kurumu’nda farklı, Terörle Mücadele Kanunu’nda farklı olmasıdır. Bununla beraber terör ve terörist tanımı kişilere, topluluklara, gruplara ve devletlere göre değişmektedir.

Amerikan Savunma Bakanlığının 1998 tarihli güvenlik raporlarında terör için; Genellikle, politik olarak, bir hedef kitleyi etkilemeye yönelik olarak ulus altı gruplar veya gizli ajanlar tarafından silâhsız hedeflere karşı kullanılan kasıtlı şiddettir. Tanımı yapılmıştır (Kalem 2011). Terör olaylarını açık bir şekilde tanımlamak oldukça zordur. Terör olaylarını diğer şiddet olaylarından, isyan, iç savaş ve savaş gibi olaylardan ayrı tutmak oldukça güçtür. Terör olaylarının sadece başlangıç nedenleri, ortaya konma şekilleri, boyutları ve sonuçları bakımından farklılıkları vardır. Terör rizikosunun diğer sigorta rizikolarından en büyük farkı ise insan eliyle meydana gelmesi ve boyutları itibariyle çok büyük zararlar meydana getirmesidir. Terör olayları sadece maddi zararlar vermemekte birçok insanın ölmesine, sakat kalmasına neden olmakta ve aynı zamanda ülke ekonomisine de çok büyük darbeler vurmaktadır. Terör olaylarının çeşitli siyasi boyutları olduğu gibi kurulu düzene ve isleyişe karşı da bir başkaldırı özelliği vardır (Akpınar 2004).

Terör kavramı aslında herhangi bir siyasî düşünce doğrultusunda yapılan (içeriği şiddet, korku temelli provakatif) eylemler sonucu başta siyasî irade, yönetim, yönetici gibi makamlara karşı dolaylı ya da direkt olarak yapılan bir eylem türüdür. Bu eylem sonucunda verilmek istenen düşünce çoğu kez can ve mal kaybı şeklinde acı sonuçlar doğurmaktadır (Kohistani 2014). Terör uzmanı İhsan Bal (2006) terörü kısaca: “Silahlı eylemler marifeti ile kendini ve davasını duyurma; terörizmi ise bu eylemleri savunan, stratejilerini anlatan, aktaran geliştiren bir düşünce disiplini veya akımı” olarak tanımlamakta, “terörü stratejik eylem, terörizmi stratejik söylem” olarak belirmektedir. Keleş ve Ünsal’da (1982) Terörizmin amacını yansıtmak için “Terörizmin başlıca amacı siyasal iktidarı ele geçirmek isteyen güçlerin onu yıpratmak ve bir arada sindirdikleri yığınları da sahipsiz kaldıkları inancına yöneltmek için, şiddet eylemlerinden yararlanmak” şeklinde tanımlama yapmışlardır.

Kışlalı’ ya (1998) göre Terörün amacı hakkında “…Terörizm hesaplı bir şiddettir. Amacı olabildiğince çok insan öldürmek değil, kitlelerin eylemlerinden etkilenmesini sağlamaktır. Kitlelerin dehşete kapılmasını, umutsuzluk içinde isteklerine boyun eğmekten başka çare olmadığının düşünülmesini sağlamak” şeklinde değerlendirmiştir.

Thomas Perry Thornton (1989) Terörizmi, “Politik davranışlara etki yapmak amacıyla, tedhiş veya tehdit kullanımını gerektiren sembolik bir hareket” olarak tanımlamaktadır. Ansiklopedik tanımlarda terör, “Siyasal bir hedefe ulaşmak amacıyla devlete, halka ya da bireylere karşı sistemli şiddet eylemlerine başvurma,” (Anonim 1999), “İhtilalci grupların giriştiği şiddet eylemlerinin tümü, tedhişçilik, bir hükümet tarafından uygulanan şiddet rejimi” (Anonim 1974) olarak tanımlanmaktadır. Academie Francaise sözlüğü Terör sözcüğünü, “Fransız ihtilalinden sonra, 1791 Temmuz ayından 1793 Mart ayına kadar olan döneme atıf yaparak bu devirde şiddet yöntemleri uygulandığından bahisle o döneme ve rejime verilen ad olarak belirtmektedir.”

Daha kapsayıcı ve güncel anlamıyla ise terör; terörizmi herhangi bir siyasi, dini ya da çıkar odaklı oluşumun ya da bu gibi bir oluşuma mensup kişi veya kişilerin, şiddeti, siyasi, ekonomik ya da kültürel bazı kazanımlar elde edebilmek için; sivil hedeflere veya karşılıklı mücadele içerisinde oldukları kesimlerin ve güçlerin, bilfiil şiddete dayalı mücadele içerisinde olmayan birimlerine karşı sonuç elde etmek adına, sistemli ya da sistemsiz, bir yöntem olarak kullanması olarak tarif edilmektedir (Kalem 2011).

Bütün bu unsurları içine alan tanımı Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı şu şekilde yapmaktadır. Terörizm “Savaş ve diplomasi ile kazanılamayan sonuçları elde etmek, korkutmak ve itaat ettirmek için bir teoriye, felsefeye ve ideolojiye dayanılarak siyasi maksatlarla, iradi olarak terör ve şiddetin sistemli ve kapsamlı bir şekilde kullanılmasıdır. Terör çoğunlukla siyası bir amaca ulaşmak için, sivillerin kamu görevlilerinin veya güvenlik görevlilerinin, propagandaya yönelik, dikkat çekici eylemlerle öldürmesi siyasi mesajların verilmesi ekonomik ve sosyal açıdan toplumun çöküntüye uğratılması eylemidir.

2.2 Terörizm Amacı ve Nedenleri

Terör örgütlerinin amaçları genel anlamda farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar, örgütlerin faaliyette bulundukları ülkelere ve çıkış noktalarına göre çeşitlilik göstermektedir (Kasımoğlu 2010). Bir terör kurbanı olan siyaset bilimci Kışlalı (1998) terörizmin amacını şu şekilde ifade etmektedir. “Adi şiddette amaç bir varlığa zarar vermek ya da onu yok etmektir. Oysa terörist için, şiddet bir amaç değil araçtır. Örneğin sıradan bir katil, bir insanı ölmesini istediği için öldürür. Terörist içinse, önemli olan o insan ya da insanlar değil, onları öldürdüğü zaman toplumda yaratacağı etkidir. Bir trene bomba koyduğunda, trende kimlerin olduğu, ölecek olanların kimliği doğrudan bir önem taşımaz. Bu nedenledir ki; şiddetsiz terör olmaz, ama her şiddet de terör değildir. Atilla Yayla’nın da altını çizdiği gibi, terör eylemlerinde psikolojik sonuçlar fiziksel hedeflerden çok daha önemlidir. Terörizm hesaplı bir şiddettir. Amacı, olabildiğince çok insan öldürmek değil, kitlelerin eylemlerinden etkilenmesini sağlamaktır. Kitlelerin dehşete kapılmasını, bir umutsuzluk içinde teröristin isteklerine boyun eğmesinden başka çare olmadığı düşüncesini sağlamaktır.

Terörizmin benimsediği bir diğer amaç, kargaşa yaratarak toplumun direnme gücünü kırmak, yerleşik sosyal ve siyasal zaaflarını deşifre ederek, arkasındaki halk desteğini zayıflatmaktır. Bu amaca ulaşmak için de terör, toplumda var olan eşitsizliklerden, haksızlıklardan, dengesizliklerden, resmi makamların olumsuz uygulamalarından faydalanmaktadır. Sonrada bu olumsuzlukların sembolik fail ve kurumlarına saldırarak onlardan halk adına sözde intikam almaktadır (Kasımoğlu 2010).

Terörizm amacı bir ideolojiye veya siyasal anlaşmazlığa, korku ve dehşet salarak dikkat çekilmesidir. İletişim teknolojisinin gelişmesini örgüt yararına kullanarak yapılan eylemleri dünyaya duyurmayı ve dünya çapında sempatizan kazanmayı başarmışlardır. Bilişim uzmanlarını kullanarak sosyal medya ve internet sayfaları üzerinden yapılan canlı yayın demeç bildiri gibi argümanlarla kuzeyden güneye doğudan batıya tüm dünyaya ulaşarak bulundukları ülke sınırlarını aşmışlardır.

Terörizmin, bazı güçler tarafından birtakım siyasi ve ekonomik çıkarlar sağlamanın aracı olarak kullanıldığı dikkate alındığında, amaç oldukça farklılaşmaktadır. Bu gibi durumlarda terörizmin amacı; bir kazanım elde etmek maksadıyla, hedef alınan ülke ve toplumda, belirli ortamların oluşmasına aracılık etmektir (Kasımoğlu 2010). Bu anlamda, stratejik öneme sahip ülkelerin terör ortamında tutulmasında, hedef olarak seçilen devletler ve birtakım güçlerin çıkarları acısından zorunluluk bulunduğu ve terörün amacının da, sadece bu ortamın devamlılığını sağlamak olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır.

Yönetimlerin olumsuz yönlerini düzeltmenin yolunun şiddet kullanmak olduğuna inanan insanların bir araya gelmesi ile oluşan terörist grup mensuplarının yaşadıkları çevre, ekonomik durumları, aileleri, psikolojik yapıları, ortak yönleri ile birlikte bu eylemleri yapma nedenleri değerlendirilmelidir (Hide 2011). Terörün iç ve dış kaynaklı birçok sebebi bulunmaktadır ve terör örgütleri özellikle dış destek olmadan uzun süre yaşayamazlar. Ancak sadece tek taraflı düşünmek, özellikle dış kaynaklara bağlayarak iç sebepleri görmezden gelerek politika üretmek hatalara sebep olacaktır (Türköz 2011). Ülke içinde ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim ve siyasal anlamda zayıflıklar var ise terörizmi bir silâh olarak kullanacak küresel güçler ve ideolojik unsurların hayat bulması kolaylaşabilir. Terörizmin oluşmasında etken olan en az on faktör olduğu söylenebilir. Bunlar; teröristin kimliği hakkında uzlaşamama, terörizmin sebebinin tam olarak anlaşılamaması, bazı devletlerin birbiri üzerindeki emellerinden dolayı terörü desteklemeleri, uluslararası bir terörizm şebekesinin varlığı, dinin politikaya alet edilmesi, ahlakta çifte standart, hükümetlerin sorunlara çözüm üretememesi, teröristlerin hafif cezalara çarptırılması, dünya hukukunun umursamazlığı ve medyanın rolü olarak sıralamıştır (Zafer 1999).

Terörizmin evrensel nedenleri çok fazla değişkene bağlı olabilmektedir. Terör olgusunu yalnızca iç ve dış etkenlerin varlığına bağlamak yeterli olmayacaktır. Terörü toplumun ekonomik ve sosyo-kültürel yapısına da bakılarak değerlendirilmelidir. Literatürde terörün nedenleri sosyal, siyasal, ekonomik ve hukukî faktörler olarak gruplandırılmıştır (Baybaş 2007).

Siyasal nedenler; Politikanın özünde, toplum için belirli sorunlar üzerinde barış ve düzen sağlayabilmek için siyasal mücadelenin çerçevesinde barışçıl yöntemlerle farklı çözümler öneren grupların bu çözüm yollarını hayata geçirebilmek için verdikleri iktidar mücadelesi yatmaktadır. Mücadelenin sınırları belirlenmediğinde veya sınırlar aşıldığında terör, kaos, anarşi ve hatta iç savaş kaçınılmaz hal alır.

Terörizmin ortaya çıkmasına neden olan sosyal, ekonomik, kültürel vb. çeşitli unsurların yanında, siyasi ortamdaki istikrarsızlıklar da terörizmin oluşmasında etken unsurlardan birisidir (Zafer 1999). Terör korku ve şiddetin sürekli ve planlı bir şekilde devam ettirilmesi olduğu gibi terörizmi benimseyenlerce savunulan siyasal bir stratejidir. Terörizm bir ifade ile siyasal şiddet hareketlerine verilen addır. Bu nedenle siyasal nedenler, terörizmi ortaya çıkaran diğer nedenlerin bir adım önüne geçmektedir.

Terörizme başvurulmasını kolaylaştıran nedenleri, siyasi rejimin benimsenmemesi, hükümet otoritesinin yetersizliği, hükümet otoritesinin bazı grupların çıkarları için kullanılması, mevcut siyasal partilerin ideolojileri arasındaki mesafenin açıklığı, siyasi partiler arası çekişmelerin uzlaşmazlığa dönüşmesi, yasama, yargı ve yürütme erkleri ve devlet organları arasında kuvvetli fikir ayrılıklarının doğması, hükümet bunalımlarının kronik hale gelmesi, devlet kuruluşlarının yozlaşması, yolsuzlukların çoğalması, iktidarın çağın gereklerine göre kendisini yenilememesi ve devletin yönetim becerilerinden yoksun bir siyasal kadro ile yönetilmesi olarak belirtmek mümkündür (Anonim 2006).

Teröristlerin örgütlü ve sistemli yıldırma eylemleri, geniş halk yığınlarının zihninde bir otorite boşluğu inancı yaratmayı amaçlar ve bu otoritesizlikten yıldırıp usandırarak, kendisinin bu boşluğu zor yoluyla doldurmasını kabullenmeye yöneltir (Türköz 2011). Keleş ve Ünsal’a (1982) göre de, Türkiye’de şiddet hareketlerinin yaygınlık kazanması teröristlerin çok güçlü olmasından değil, hükümetlerin zayıf bulunmasından ve teröristlerin dışarıdan büyük destek görmelerinden kaynaklanmaktadır.

Bir ülkenin siyasî yapısındaki ideoloji temelli yoğun çatışmalar, ülkede siyasî istikrarsızlığa, kişilerin hak ve özgürlüklerini tam kullanamamasına ve kendilerini gereğince ifade edememesine sebep olur. Demokrasinin yerleşmemesi, kişilerin kendini rahat ifade edememesi, terörün oluşumuna katkıda bulunabilmektedir (Atar 2005).

Kamu yönetimindeki partizanlaşmada, özellikle ideolojik kökenli terörizme uygun bir ortam yaratmaktadır. İdarenin partizanlaşması, “idarenin tarafsızlığı ve dürüstlüğü” ilkesine ters düşerken; aynı zamanda idarenin bilgi ve deneyim birikimine de olanak tanıyamamaktadır. Bu durumda, idarenin güçlü olması beklenemez ve sonuçta toplumda çözülmeler başlayabilmektedir (Zafer 1999).

Devletleri yöneten hükümetler ve parlamentolar toplumda yaşayan halklar arasında kitlesel farkları ön plana çıkartarak toplumda yaşayan halkı kutuplaştırması ile bu olguları siyasi malzeme haline dönüştürmüşlerdir. Bu bazen etnik kökenleri kullanarak bazen de dini duyguları kullanarak diğerini ötekileştirme yollu siyaset ile gerçekleştirmektedirler.

Demokrasi, baskıcı bir rejimde olağan her türlü ifade özgürlüğünü yasaklayıcı tavrın aksine, bütün vatandaşlara ülke yönetiminde söz sahibi olmak adına eşit haklar ve hürriyetler tanıyan açık bir rejim olması sebebiyle ortaya çıkacak sorunların en son çözüm yeri meşru seçim sandıklarıdır. Demokrasi bu şekilde farklı görüşlere ve isteklere müsamaha etmekle birlikte aynı zamanda onların sınırlarını da belirleyen bir sistemdir (Türköz 2011).

Kamu yönetimindeki siyasal kadrolaşma da özellikle ideolojik kökenli terörizme uygun bir ortam yaratmaktadır. İktidarın kadrolaşması, idarenin tarafsızlığı ve dürüstlüğü ilkesine ters düşerken, aynı zamanda bürokraside bilgi, deneyim ve kültür birikimine de imkân tanımadığından, devletin etkin ve güçlü olması beklemek doğru olmayacaktır. Bu da toplumda çözülmelere yol açması mümkündür. Özellikle toplumda meşru şiddet kullanma tekeline sahip olan devletin güvenlik birimleri içindeki kutuplaşma, bu örgütlerin tarafsızlığından şüphe edilmesine, hukuk devleti ve yasa egemenliği ilkesinin örselenmesine yol açarak halkla devlet arasının açılmasına sebep olabilmektedir (Hide 2011).

Sosyal nedenler; Terörizm, çok boyutlu sosyal bir olay ve karmaşık sorunlar bütünüdür. Terörün sosyal bir olay olarak değerlendirilmesinde, toplumun değer yargıları, alışkanlıkları, gelenek ve göreneklerinin bütününün incelenerek bir yargıya ulaşılması mümkün olmaktadır. Bu anlamda toplumun değer yargıları, alışkanlıkları, gelenek ve görenekleri zaman içerisinde değişikliğe uğramakta ve bu değerler, çağın ihtiyaçlarına göre değişim göstermektedir (Kasımoğlu 2010).

Sosyal dengelerin hızlı bir şekilde değişmesi ile toplumda artan uyumsuzluklar ve kültür sapmaları terörün ortaya çıkmasını tetikleyerek, kaosların ortaya çıkmasını ve bireylerin öfke ile birlikte şiddet beslemesi ve şiddet yanlısı bu bireylerin de toplumu etkilemelerine neden olmaktadır. Sosyal açıdan etkilenen bireyler sığınacak bir liman olarak ideolojiler çatısında toplanarak terör eğilimleri göstermektedir.

Bir ülkede yaşayan insanların sosyal ve kültürel yapılarındaki çeşitlilik ve farklılık ve bu yapısal duruma ait bağlantılar toplumun değerlerini sürekli değiştirmekte ve yenilemektedir. Bu da kaçınılmaz olarak yeni çatışma ortamları ve terör sürecinin başlamasına neden olmaktadır. Yönetilemeyen ve yönlendirilemeyen, sosyal hareketlilik ve göç beraberinde getirdiği düzensiz yerleşim terör için önemli bir kazanım alanı olmaktadır. Genel olarak göç sürecinin uyum evresinde, kültür çatışması ve toplumsal çözülme insanların boşlukta kalmasına yol açar. Göç ettikleri toplumsal ortamın davranış kalıplarıyla, örnekleriyle çatışma ve toplumdan gelen tepkiler bu insanları arayışa sürükler. Kendilerini boşluktan kurtaracak, dayanacak, inanacak davranış kalıpları, örnekleri bulmak için değişik gruplarla bağlantı kurarlar (Sümercan 2010).

Kültürel değişim, sosyal yaşamda bir takım değişmeler meydana getirmekte, daha doğrusu sosyal yapıda kültürel değişim ile paralel olarak değişmektedir. Sosyal değişim, toplumun bünyesinin, teşkilâtının ve kurumlarının bir bölümünde veya tamamında meydana gelen olumlu veya olumsuz iradî veya gayri iradî her türlü değişmeyi ifade etmektedir. Toplumda geçerli olan değer yargıları ve bunların benimsenmesi zaman içerisinde değişikliğe uğramakta, söz konusu değerler çağın ihtiyaçlarına göre değişmektedir (Hide 2011). Sosyal yapıdaki hızlı değişimler toplumun geneline yansımadığı durumda sosyal dengenin bozulmasına sebep olup, genellikle terör şiddet ve sosyal çözülme olarak kendini göstermektedir. Yaşanan hızlı kentleşme, toplumda yeni bir yapının, değişen hayat tarzının ve yeni bir kültürünün oluşmasını tetiklemektedir.

Toplumda feodal kalıntıların bulunması, din, mezhep ve tarikat ayrılıklarının olması, eğitim düzeyinin düşüklüğü, kan davası geleneği, toplumun katı bir şekilde dini inançlara bağlı olması, etnik ayrılıkların bulunması, azınlık unsurlarının varlığı, kişisel ve toplumsal hak ve özgürlüklerin kısıtlı düzeyde olması, toplumun ideolojik kamplara ayrılması, güvenlik güçlerinin kamuoyunda itibarını yitirmesi, genel ahlak anlayışının yozlaşması ve toplumun bölünmezlik bilincini kaybetmesi, terörün sosyal nedenleri olarak sayılmakta ve sosyal faktörlerin terörizmin oluşması için gerekli alt yapıyı (potansiyeli) yarattıkları savunulmaktadır. Tamamen ters görüşler de ileri sürülmektedir: Terörizm ve benzeri başkaldırı hareketlerinin artışını da; aile, kabile, aşiret, millet, devlet gibi kavramların insanlar üzerindeki etkisinin yok olması veya gittikçe azalması, dini, insani, ahlaki ve vicdani değerlere bağlılığın azalması veya bunların deformasyonu, idealist felsefi değerlerin yerini materyalist anlayışını alması, insanların ihtiyaç ve ihtiraslarının artması gibi hususlar etkin olmaktadır (Anonim 2006).

Teröristlerin aile yapıları incelendiğinde, babalarının % 37’sinin çiftçi, % 9’unun hizmet sektöründe, % 5’inin memur, % 16’sının serbest çalıştığı, % 12’sinin emekli olduğu tespit edilmiştir. Terörist annelerinin ise %81’inin çalışmadığı ve sadece % 5’inin çalıştığı bulgusu elde edilmiştir. Bu araştırmadan elde edilen bilgi, sonuç olarak teröristlerin çoğunun fakir ve alt sınıf ailelerden geldiğidir. Ailenin çocuk sayısının fazlalığı da bozuk ekonomik duruma bir neden teşkil etmiştir. Çalışma, ailelerin % 52’sinin 4’ten fazla, % 29’unun 3 ve daha az çocuk sahibi olduğunu göstermiştir (Hide 2011).

Ekonomik nedenler; Terörün meydana gelmesinde ve faaliyetlerini sürdürmesindeki en önemli etkenin ekonomik sebepler olduğu açıktır. Marksistler, ekonominin siyasetin temel yönlendiricisi olduğunu, liberaller de siyasetin her alanda olduğu gibi ekonomiyi de belirlediğini ifade etmektedirler. Ekonomideki yapısal değişiklikler ve üretim şeklinin değiştirilmesi faaliyetleri sırasında, daha tutucu ve ekonomik anlamda toplumsal değişmeye karşı olan, geleneksel küçük üreticiler, mülk ve sermaye sahipleri ile bunların karşısında yer alan gruplar arasında gerginlik ve çatışmalar olabilmektedir. Geçiş döneminde ekonomik sınıflar arası çıkan çatışmaları terör eylemlerinin çıkmasına kaynak göstermek mümkündür (Baybaş 2007).

Teröre neden olan ekonomik faktörler, toplumun ortalama gelir seviyesinin çok düşük ve gelir dağılımının dengesiz olması, gelir dağılımı adaletsizliğinin sınıflaşmaya yol açması, işsizlik oranının giderek yükselmesi, ekonomik yönden dışa bağımlılık, ekonomik kurumların yetersizliği, toplu grevlerin ve lokavt uygulamalarının baş göstermesi, toplu işten çıkarmaların artışı, işçi sendikalarının ideolojik açıdan kutuplaşması, devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü kaybetmesi, kronik enflâsyonun ortaya çıkması ve kontrole alınamaması, dış borçların artması nedeniyle ülke üzerindeki dış baskıların yoğunlaşması olarak sayılabilir (Anonim 2006).

Ekonomik faktörler her kesimi ilgilendirdiğinden kolayca provoke edilebildiğinden ve ekonomik sebeplerin bir sonucu olan eğitimsizlik, tatmin edilememiş duygular ve işsizlik, terör ortamına zemin hazırlamaktadır. Terör örgütü mensuplarının genelde eğitim seviyesi düşük, alt sosyo-ekonomik düzeyden gelen bireyler olduğu görülmekte olup, eğitim seviyesi ve gelir düzeyi arttıkça terör örgütüne katılım azalmaktadır. Potansiyel teröristlerin % 7’si üniversite mezunu, % 21’i üniversite terk, % 23’u lise mezunu, % 14’u lise terk, % 8’i ortaokul mezunu ve % 12’si ilkokul mezunu olarak tespit edilmiştir. Sorulara cevap verenlerden % 80’inin issiz, % 8’inin yarı zamanlı islerde çalıştığı, sadece % 5’inin tam zamanlı bir iste çalıştığı ve tam zamanlı islerde çalışanların % 39’unun bedensel islerde ve % 17’sinin ofis islerinde çalıştığı tespit edilmiştir (Hide 2011).

Sanayinin gelişmediği, yatırımların yapılmadığı, ticaretin durulduğu, hayvancılık ve tarımın neredeyse yok olduğu, gençlerin işsizlikten kahve köşelerinde oturduğu, bu sebeplerden dolayı gayrimenkul değerlerinin tabana indiği ortamlarda terörizm ortaya koyduğu ideoloji ve çıkmaza giren düzeni düzeltme vaatleri ile silaha başvurarak ülkeleri kaos ve belirsizlik ortamına sürüklemektedir. Toplumsal sınıflar arasındaki farklılıkların artması üst sınıfta bulunanların alt sınıflarda bulunanları ekonomik baskı altına alması ve alt sınıfta bulunan çalışan emekçilerin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması terörizme ortam hazırlamaktadır.

Hukukî nedenler; Hukuk müesseselerin geç ve ağır işlemesi, hukuk kurallarının ve hukuk kurumlarının çağın gerisinde kalması, mahkemelerin yozlaşması ve taraf haline gelmesi, cezaların, hukuk kurallarının ve müeyyidelerinin caydırıcılık özelliğini yitirmesi ve toplumun adalete olan inancının sarsılması, terörün ortaya çıkışını önemli ölçüde etkileyen faktörler olarak düşünülmektedir. Hukukî faktörler, aynı zamanda diğer tüm faktörlerin de bir sonucu olmaktadır (Anonim 2006).

2.3 Terörizm Türleri

Uzmanlar terörü araçlar, amaçlar, metotlar ve destek alınan kaynaklar açısından çok farklı şekillerde sınıflandırmışlardır. Bu çalışmamızda, Terörizm çeşitlerini Devlet Terörü, Devlete Karşı Terörizm, Uluslararası Terörizm, Siber Terörizm ve Köktenci/Fundamentalist Terörizm olarak sınıflandırmak mümkündür.

2.3.1 Devlet terörizmi

Ülke içerisinde, düzene ve yasalara karşı devletin otoritesini muhafaza etmek amacıyla yarattığı ortak korkutma eylemleri Devlet Terörizmidir (Çeken 2016). Devletlerin amacı hüküm sürdükleri toraklarda huzuru ve istikrarı korumak halkının refah içerisinde yaşamasını sağlamaktır.

Devletlerin en belirgin özelliklerinden biri, kuvvet kullanma gücünün sadece devlette olmasıdır. Devlet, zaman içinde zor kullanmak durumunda kalabilir. Zora başvurmanın amacı toplumda huzursuzluk çıkaranlara karşı toplumu koruma yönündedir. En genel tanımıyla devletin mevcut durumu, rejimi veya topyekûn sistemi korumak maksadıyla başta otoriteye karşı gelenler olmak üzere vatandaşlarına yönelttiği terör türüdür. Devlet teröründe işkenceden sindirmeye kadar hukuk kurallarının tamamen dışında uygulamalar söz konusudur. Devlet Terörizminde terörist eylemlerin faili devletin açık ya da örtülü desteği ile hareket eden devlet dışı kişi ya da gruplar olup devlet yöneticileri tarafından uluslararası hukuk ve insan hakları hukukunun ihlali içinde gerçekleştirilen şiddet kullanımı mevcuttur.

Bir devletin bizzat kendisinin terörist eylemler içerisinde yer aldığı durumlarda devlet terörü ortaya çıkmaktadır. Bir devletin, başka bir devlete karşı terörist faaliyetlerde bulunan bir grubu maddi ya da siyasi olarak desteklediği hallerde dolaylı devlet terörü olduğu söylenebilir. Devlet, bir takım terörist grupları, başka bir devlete karşı eylemlerde bulunmak üzere istihdam ettiğinde ve devlet kendi devleti sınırları dâhilinde halkının belirli bir kesimine karşı terör uygulayan bir grubu açıkça ya da dolaylı olarak desteklediğinde devlet teröründen bahsedilebilir (Salmaner 2010).

Devlet terörüne geçmişte, Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; 21. yy.de ise Suriye’de Esad gibi liderler örnek gösterilebilir. Bir dönem Bulgaristan’da Türklere karşı uygulanan ırkçı baskı, Irak yönetimin Halepçe katliamı ile Sırplar tarafından Boşnak ve Kosovalılara uygulanan asimilasyon amaçlı eylemler devlet terörüne örnek teşkil etmektedir (Çeken 2016).

2.3.2 Devlete karşı terörizm

Ülke vatandaşlarından bir kısmının mevcut rejime ve bu rejimin kurumlarına karşı yaptıkları mücadele çerçevesinde giriştikleri şiddet içeren eylemlerdir. Devlete karşı terörizmde asıl olan kitlelerin katılımının sağlanmasıdır. Çoğunlukla küçük şiddet eylemleri ile devlete karşı gruplar halinde harekete geçerek devletin varlığını veya yönetimini yıkmayı hedeflemektedirler. Devletin kurumsal varlığını ve hükümetini tehdit eden terör, belirli bir ideoloji doğrultusunda siyasal sistemi yıkarak yerine yeni bir siyasal sistem kurmayı amaç edinmiştir. Genellikle etnik ayrımcılıktan kaynaklanmaktadır ancak bazı özel ayrılık hareketleri ve bunların şiddet kullanmamaları da değerlendirilerek etnik terörden farklı değerlendirilmektedir (Sümercan 2010).

 “Devlete karşı terör” yaklaşımı 11 Eylül saldırılarının ardından ABD politikasında meşru zemin bulmuştur. 11 Eylül saldırıları sonrası mağduriyet politikasından kendine meşruiyet kazanma amacıyla, ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin ardından Irak’a saldırması; Soğuk savaşın Sovyetler Birliği’nin yerine radikal İslam terörünü koymasını sağlamıştır. Batının temsil etmiş olduğu en büyük değerlerin sembol ismi olan ABD’ye yapılan saldırı radikal İslâmcılar batı düşmanıdır algısı yaratmıştır. Bu durumda ABD’nin mağduriyeti, Afganistan’a yaptığı müdahale ile dünyayı terör tehdidinden kurtarmak adına meşru temellere dayandırılmıştır (Yalçıner 2006).

2.3.3 Uluslararası terörizm

Soğuk savaş döneminin başlaması ile birlikte dünya; yeni model istihbarat, casus, gerillâ ve kontrgerillâ, eylem, şiddet, dinleme vb. kavramlar ile tanışmıştır (Baybaş 2007). Soğuk Savaş Döneminde Ülkeler düşmanlarına karşı doğrudan cephe açmamış, ajan faaliyetleri ile silahlı grup kurulmuş ve düşman ülkenin kolluk kuvvetleri ile silahlı çatışma yaparak kaos ortamı yaratmışlardır. Sadece bir devleti değil birden çok devleti ilgilendirmesi, çoğu zaman planlama aşamasından eylemin gerçekleştirilmesine kadar uzanan sürecin birden çok devletin topraklarını kapsaması ve hem terörist eylemleri gerçekleştirenlerin hem de eylem mağdurlarının farklı devlet vatandaşları olması ile terörizmin yeni bir boyutu olduğu söylenebilir (Anonim 2017a).

Uluslararası terörizm birden çok devleti etkileyen, birden fazla ülkenin topraklarını veya vatandaşlarını içeren tehdit ve baskı amacı güden siyasi motifli terör örgütlerinin ya da terörizme devlet desteği veren ülkelerin, ülke sınırlarını aşan bir siyasi gayesinin bulunmasıdır. Uluslararası siyasi birtakım amaçlara ulaşmak, birtakım siyasi değişiklikler yaratmak amacı güdülmektedir. Başka bir deyişle Uluslararası terörizm, benimsenmiş uluslararası diplomasi ve savaş kurallarını dışlayan eylemler bütünü olarak görülebilir.

2.3.4 Siber terörizm

Bir devleti veya halkı siyasal ve sosyal amaçlar doğrultusunda korkutmak, zorlamak ve yıldırmak amacıyla sanal ortamda depolanan nüfus, tapu, banka vb. bilgilere düzenlenen yasadışı saldırılara siber terörizm adı ile açıklanmaktadır. Siber terörizmde diğer terörizm türlerinde olduğu zarar verme ideolojiyi benimsetme ve güçlü olma istediğinin ispatı gibi ortak nedenlere sahip olmakla beraber teknolojinin de gelişmesiyle farklı bir boyut kazanmıştır. Siber terörizmin bir diğer önemli noktası da siber terörist tarafından oturduğu yerden tek bir hareketle yapılan eylemlerin büyük sorunlara neden olması ve saldırı yapılan kurum veya kuruluşların bilgisayar sistemini bir süreliğine kullanılamaz hale getirmesi ile ülkenin toplumsal yaşamına zarar verebilecek eylemlerde bulunabilmesidir. Ayrıca kendi canını tehlikeye atma riski olmadan, bankaların, şahsi kişisel haklardan olan Tapu ve Nüfus bilgilerine ulaşarak ve iletişimini bomba ve silah gibi ekipmanlar olmadan alt üst edebilmektedir.

2.3.5 Köktenci (Fundamentalist) terörizm

Hak dinlerinin özünde yaratılmışların canına, malına, temel hak ve özgürlüklerine zarar verici eylemlerin olması mümkün değildir. Ancak fundamentalizm terörü ya da diğer bir ifadeyle kökten dincilik terörizm ile kastedilen, dinin siyasî ve ideolojik çıkarlar için kullanılması olarak anlaşılması gerekmektedir. Terörist gruplar 1970’lerin sonuna kadar seküler amaçlarla hareket ederken, 1990’lardan itibaren dinsel bir hal almakta olup, çoğu İslâm ile anılmaya başlamıştır. Etnik ve dini anlaşmazlıklar 1980 ve 1990’ların önemli trendi olup, kitle terörü kullanılarak düşman görülen sivil halk bu yolla evlerinden kovulmuştur. Soğuk savaş sonrası dönemin uluslararası siyasî yapısı, 21. yy.de çoğu etnik ve dini kökenli çatışmalarda olup bunda etkisini göstermektedir. Katı etnik ve dini anlaşmazlıkların Balkanlardan Kafkasya, Kuzey Asya ve Kuzey Afrika’ya kadar savaş haline dönüşebilmesi bu dönemde meydana gelmiştir. Yerel ve uluslararası terörizmin fundamentalizm (kökten dincilik) yoluyla ya tamamen ya da kısmen terör grupları üzerindeki etkisine vurgu yapılması gerekliliği önem arz eden bir husustur. Tanrı’nın emirlerini uyguladığına inanan intihar bombacısı ve kitle ölümlerine neden olan dini fanatizm konuları da literatürde tartışılmaktadır (Çeken 2016).

2.4 Terörün Sınıflandırılması ve İdeoloji Unsuru

İdeoloji kelimesi tarihte farklı olarak kullanılmıştır. Bu kelimeyi farklı kültüre sahip ülkeler kendi kültürlerine göre tanımlamada bulunmuşlardır. İdeoloji kelimesi dillerin sözlükleri incelendiğinde temelde Latince sözcük olan düşünce anlamındaki “idea” ve bilim anlamına gelen “logy” iki kelimenin birleşimi ile oluşmuştur. Türkçe de karşılığı fikir bilimi anlamını taşımaktadır (Kohistani 2014).

İdeoloji TDK’de “Toplumsal ve ekonomik olayların dile gelişi olan, ancak bunun bilincinde olmayan, hiç değilse bu toplumsal olayların kendisini belirlediğini hesaba katmayan kuramsal düşünce” olarak tanımlanmaktadır. Bu anlam özellikle; bir çağın veya bir toplumun düşünceler dünyası, bilinç yapısı toplumsal-ekonomik ilişkilerin ürünü olarak tanımlamaktadır (Anonim 2017b).

Terör örgütleri belirli bir ideoloji üzerine kurulup, örgütsel yapılarını (örgüt üyesi seçimi, hücre yapılanmaları vb.) ve eylemlerinin nasıl olacağının belirleyicisi ideoloji olduğu söylenebilir. Ayrıca terör örgütleri bu ideoloji unsurlarını daha önceki yıllarda yaşanan olayların oluşumunu ve olaylar sonrası yaşananları da göz önünde bulundurarak 21. yy.e kadar ideolojilerini geliştirmişlerdir (Kohistani 2014).

Atlı (2002) yaptığı araştırmada; “Terör örgütlerinin dayanak ve hareket noktalarını ideolojileri oluşturduğundan örgütsel yapı, eleman temini, uygulanacak programlar, eylemlerin şekil ve içerikleri hep ideolojileri çerçevesinde belirlenmektedir.” tespitine ulaşmıştır. Kullanım yerine ve şekline göre ideolojinin tanımı farklılıklar gösterebilmektedir. Her türlü yapının bir ideolojisi olabilir fakat terörizm içerisinde ideoloji, mevcut sistemi ortadan kaldırmak üzere belirli bir fikir etrafında toplanarak şiddet unsurunu kullanmak suretiyle siyasî hedeflerini ortaya koyan düşünceyi ifade eder. İdeoloji bir nesneyi değil daha geniş kapsamlı hedefleri tamamen veya kısmen değiştirme ya da yok etme amacını gütmektedir.

Kişilerin terör faaliyeti gösteren örgütlere katılmasına etki eden birçok faktör bulunmaktadır. Bu faktörlerden en önemlileri de kişilerin bir oluşuma ait olma duygusunu sağlaması ve kişiye önem, değer verildiğini göstermesi ile alâkalı etkenlerdir. Şüphesiz bu etkenler örgütlere katılımları arttırırken örgüt bünyesinde bulunan kişilerin de egolarına yenik düştüğünden örgütten ayrılamamasına neden olmaktadır. Ayrıca örgüte katılmak; normal hayatta çok isteyip de yasal yollar ile elde edemeyen kişilerin çeşitli (yüksek gelir, söz sahibi olma vb.) arzularına (içgüdülerine) da çözümler sunar. Sonuç olarak; kişinin örgüt mensubu haline gelmesiyle kazandığı tüm bu psikolojik ve sosyolojik (bölgelere göre) özellikler, kişi veya kişilerin şiddet kullanarak bir şeyler elde etmeye çalışması için yeterli nedenler olarak görülebilecek en önemli etkendir (Kohistani 2014).

Marksist-Leninist ideolojiler; Terör örgütleri kurulurken birçok ideoloji etken olmuştur. Avrupa’da görülen etnik ve siyasî terör örgütlerinin kurulmasındaki etkilerden biri Marksist-Leninist teoridir. Marksist teori sanayi devrimi ile beraber ortaya çıkmıştır. Marksizm’in esas temeli ise maddeciliktir. Sanayi devriminin gerçekleşmesinden sonra burjuvazi ve işçi sınıflarının ortaya çıkışı Marksist teorinin oluşmasına sebep olmuş, makineleşme ile gelen üretim kendine yeni pazar oluşturma çabası içerisine girmiş ve bu durum da üretimin maddî kaynağını oluşturan burjuvazi grubunun meydana gelmesine sebep olmuştur. Üretimi meydana getirmenin yeterli şartı ise “kapital” yani sermaye, maddî kaynaktır (Kohistani 2014). Toplumda sınıflaşmaların başladığı dönemde Karl Marks ve arkadaşı Friedrich Engels kendi sosyalist sistemlerini işçi sınıfına empoze ederek problemin dünya çapında olduğu ve işçi sınıflarının birleşerek güç birliği yapması gerektiğini, toplumsal ilişkileri belirleyen din, dil, ırk ve etnik köken gibi etkenlerden ziyade maddî kaynağın güç olduğunu açıklamaktadır.

Engels, Marks ve devamında Lenin, insanlığın Sosyalizm Dönemini benimseyeceklerine inanmalarına rağmen insanların (genelde işçi sınıfının) bu süreci biraz daha hızlandırmak maksadıyla silahlı eylemlere yönelmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Diğer bir açıklamada ise Leninizm; Marksizm’in, kalkınma veya ulusal bağımsızlık gibi etkenleri tanımlayarak bu görüşteki ideolojinin ulaşabileceği en ideal noktaya yer vermiştir. Lenin savunduğu görüşünde, emperyalizm ile ilgili ulusal kurtuluş mücadelelerine iki farklı yönden yaklaşmayı daha etkili bulmuş ve ilk olarak, davranış ve tutumların; kapitalist ülkelerin çıkarlarını sabote edeceği ve dolayısıyla emperyalist zinciri koparacağını açıklamıştır. İkinci olarak ortaya çıkan görüşte ise sosyalist düzenin oluşturularak geçerlilik kazanması için bağımsızlığı bir ön şart diğer bir deyişle koşul olarak sunmaktadır (Kohistani 2014). Yapılan bu araştırmalardan yola çıkılarak; Lenin’in işçi sınıfı enternasyonalizmini yeni bir bakış açısı ve yorumla sunulabildiği ve öncelikle ulus-öncesi problemlere yani ulusal bağımsızlık gelişme sorunlarına doğru cevap ve yerinde çözümler yapabildiği söyleyebilmek mümkündür.

Tüm verilere bakıldığı zaman terör örgütlerinin kuruluşundan yükselmesine, sürekliliğini sağlamasından örgüte eleman bulmasına, istediklerini elde etmek için giriştikleri mücadelede kullandıkları yöntemlerde dayandıkları en büyük ve en sağlam kaynak Marksist-Leninist ideolojidir. Bu ideoloji sınıf farklılıklarını ve bu sınıf farklılıklarından doğan haksızlıkları anlatmakta bunun kaynağının “Kapital” yani sermaye olduğunu ve bu sermayeye karşı ezilen sınıfların birleşerek bu yapıyı yıkmaları gerektiğini anlatmakta ve bu yıkımın tarihsel sürece bırakılmayıp silahlı mücadeleyle yapılması ya da desteklenmesi gerektiğini savunmaktadır (Kohistani 2014).

Dini temelli ideolojiler; Din, insanlık tarihinin başlangıcından beri bütün olarak gelen bir inanıştır. Dinlerin ortaya çıkışına tarihsel olarak bakıldığında, “toplumu belirli kurallar ile düzenleyen bir inanç bütünü” görülmektedir. Hasan Sabbah ve tarikatı örneğinde olduğu gibi, sistemleri ya da yolları inanç olarak adlandırıldığında bazı toplumlarda mevcut yapılara muhalefet olmayı ve direnmeyi de beraberinde getirmektedir.

Din kelimesi “Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum” (Anonim 2017c) olarak TDK’nin Tarama Sözlüğünde belirtilmektedir. Halkın inandığı veya sığındığı inanış biçimi olarak tanımlanabilir. Dini bir amaç uğruna araç olarak kullanmak tarihten beri süre gelmektedir. Şeyh, tarikat veya cemaat gibi oluşumların maddî veya manevî gelir olarak mevki makam sahibi olmak için hizmetler sunduğu aşikârdır. Mal varlığı sahibi olma, belli bir kurumda üst düzey yönetici pozisyonuna yükselme, en önemlisi de bir oluşum için maddi destek sağlama gibi çeşitleri bulunmaktadır. Bu bağlamda gerçek inananlar, ibadet ve eylemlerini art niyet veya çıkar gütmeden Allah uğruna yapanları hariç tutmak gerekmektedir.

Dini inançlar her ne kadar olumlu, tutarlı ve birleştirici olsalar da bu inançların farklı ve radikal yorumlarının, asırlarca meydana gelen terör eylemlerini meşrulaştırmak için kullanıldığı ortaya çıkmıştır (Kohistani 2014). Bütün semavi dinlerde özellikle İslamiyet olmak üzere toplumların birlik beraberlik ve huzur içinde yaşamayı insan haklarına özellikle insanın yaşama hakkına sahip çıkmayı öğütlemektedir. Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi 32. ayetinde “Bir insanın hayatı bütün insanların hayatına denktir” ayeti İslâmiyet’in insan hayatına verdiği önemi göstermektedir.

Uluslararası ilişkilerde din bazen barış elçisi bazen de savaş sebebi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğuna Haçlı seferleri dinin savaş sebebi olmasına Her ülke gittiği yeni yerlerde mevcut inanışlarını sürdürmek ve ibadetlerini yerine getirmek için tapınak, kilise, sinagog ve cami gibi birçok dini ibadethane yapma gereği duymuştur. Bu ibadethanelerde ibadet dışında dini ideolojiler de insanlara anlatılarak belli bir ideolojiyi benimsemeleri sağlanmıştır. Ayrıca din ve dini ibadethaneler savaş dönemlerinde, kime ait olduğu anlaşılması açısından; mühür olarak da kullanılmıştır. Mesela Hıristiyan inanışa sahip bir devlet bir yeri işgal ettiğinde buraya inşa ettiği ilk yapıt kilise olmuştur. Aynı şekilde Müslümanlık ve diğer dinlerde de bu şekilde davranışlar gerçekleşmiştir. Tarihte birçok örneği olan bu olaylar dini ideolojinin eserleridir.

Kur’an-ı Kerim’de ise “Allah’ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın. Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına hakkını isteme konusunda) bir yetki vermişizdir.” (el-İsrâ, 17/33), İncil’de ilk emirlerden biri “Adam öldürmeyeceksin.” (Matta 19: 16–30; Luka 18: 18–30) olmuşken, Tevrat’ın on emri arasında “Öldürmeyeceksin.” (Eski Ahit Bap: 20) yer almaktadır. Ancak insanoğlu din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin hangi dinden hangi mezhepten olursa olsun kutsal kitaplarının söylemiş olduğu bu emirleri dikkate almayarak hatta dini inanışlarının bir gereği gibi düşünerek dini olguları teröre âlet etmekten kaçınmamışlardır. Kehf suresinde “Hevasına uyan ve kendi zikrimizden kalbini gafil kıldığımız, işleri aşırılık olan kimseye itaat etme!” (Kehf, 18:28) buyrulmuştur. Dini ideolojiyi benimseyebilmek için belli bir dini eğitim alarak dini ideolojiyi uygulamaya koyarlar. Dini eğitim alınan yer (tarikat cemaat vb.) terör eğilimli olması durumunda insanların dini duygularını kullanarak dini emirler farklı yorumlanarak değişik anlamlara büründürülmektedir. Dini kitap veya tüm inanışlarda şeytan ile savaşmak bir görev, bir emir olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Şeytanla savaşma emrini kendi dininden olan veya olmayan insanlara karşı kullanarak can kaybına neden olmaktadır. Ancak bu saldırılar saldırıda bulunanlar tarafından Allah’ın, inanılan Tanrı’nın ya da söz sahibi kimsenin bir emri olduğu ve bu emrin gerçekleştirildiği düşüncesi ile uygulandığı anlaşılmaktadır. Radikal dinci gruplar kendilerine yakınlık duyan kişileri saflarına katabilmek için dini bir araç olarak kullanmaktadırlar. Kendi amaç ve istekleri doğrultusunda ölümü ve katliamı özendirici göstermek için dini bir afyon olarak kullanıp, inançları doğrultusunda katılım sağlayan üyelerini güdülemektedirler (Gürbüz 2008).

Dini örgütlerin saldırıları, karşı dindekilerin davranışlarını, inanışları gereği bir düşman, şeytan ya da kâfir olarak görmeleridir. Hıristiyanlığı düşman olarak benimsemiş bir dini örgüt Hıristiyanlara karşı saldırılar düzenlemektedir. Bu saldırı genelde sadece düşmanı kapsamaz düşman ile birlikte düşmana yardımcı olan, destek veren aynı ya da farklı dinde olsa dahi herkes kâfir olarak tanımlanır ve saldırılarda bulunularak, gerçekleştirilen saldırılar inançlar doğrultusunda olduğu öğretilerde gösterilerek yapılmaktadır.

Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesselam (SAV) veda haccı esnasında “Size gerçek mü’minin kim olduğunu söyleyeyim mi? O diğer kimselerin malları ve canları hususunda kendisinden emin bulunduğu insandır. Doğru Müslüman başka insanların, onun dilinden ve elinden gelebilecek zararlardan salim olduğu kimsedir. Hakikî mücahit nefsinin engellemelerine rağmen ömrünü Allah’a itaatle geçiren yiğittir. Halis muhacir de hata ve günahlardan uzak duran iman eridir.” (Müsned, 6/21) buyurarak İslamiyet’i terör ve terör olaylarının dışında kalması için uyarıda bulunmuştur.

Milliyetçi - Etnik ideoloji; Heywood’a (2007) göre, milliyetçiliğin temel inancı, milletin siyasî örgütlenmenin ana ilkesi olduğu ya da olması gerektiğidir. Bununla birlikte milletin ne olduğu ve nasıl tanımlanması gerektiği hususlarında da ciddi tartışmalar mevcuttur. Pek çok siyasi çatışma, belirli bir insan grubunun millet sayılıp sayılamayacağı ve millet olmanın gerektirdiği hak ve statülerden faydalanıp faydalanamayacağı noktalarında odaklanmaktadır. Bu anlamda aynı coğrafyayı işgal eden ve ortak bir dil, din ve tarihe sahip olan insanların taşıdığı kimliksel kategoriler millet olarak adlandırmak mümkün olacaktır.

Milliyetçilik dünyada sağcı bir doktrin olarak kabul edilmekte ve aşırı milliyetçilik olarak da adlandırılan ırkçılık faaliyetleri genel olarak sağ terörizm olarak değerlendirilmektedir. Aslında milliyetçilik düşüncesini, sağ veya sol düşünce biçimi olarak nitelendirmek yanlış olur. Sağ ve sol kavramları 19. yy.da aristokrasi ile orta ve işçi sınıfı arasındaki mücadeleden doğmuştur. Sağcılık ve Solculuğun siyaset ve fikir hayatında Fransız Devriminden sonra etkin olmaya başladığı dikkate alındığında, bu terimler Komünist Manifestonun yazıldığı tarih olan 1848’den yaklaşık yarım asır önce kullanılmış demektir. Bu durumun ortaya koyduğu gerçek, milliyetçiliğin mutlaka sağcılık demek olmadığıdır. Her iki görüşe sahip olanlar da milliyetçiliği fikir olarak benimsemiş olabilirler (Türköz 2011).

Etnik köken milliyetçilik düşüncesinin kaynağını teşkil etmektedir. Belirli bir insan topluluğunu diğerinden ayıran kültürel pratiklerle bakış açılarına göndermede bulunmaktadır. Irk kavramı biyolojik bir olgudur ve yanlışlıkla değişmez, toplumsal kavramda etnik bir anlam taşımaktadır. Etniklik kültürel açıdan toplum insanlarını birbirinden ayırt eden bir görünüme sahiptir. Etnik grupların üyeleri, kendilerini kültürel ve sosyal açıdan toplumdaki diğer gruplardan farklı gördüklerini söylemek mümkün olacaktır. Dil, yaşam tarzı ya da tarihsel kökenler olarak farklı oldukları düşüncesine sahip olmalarından dolayı giyim kuşam ve kullandıkları aksesuarlar ile farklarını belirgin hale getirmişlerdir. Toplumsallaşma yoluyla genç nesiller, topluluklarının yaşam tarzlarını, normlarını ve inançlarını kabullenerek özümsemektedirler (Giddens 2008).

Milliyetçiliğin bazı etnik gruplarca, aşırı olarak benimsenmesi ile birlikte bir takım amaçlara ulaşmak uğruna bu fikrin şiddetle birleştirilerek kullanılmasından dolayı etnik temelli terör ortaya çıkmaktadır. Etnik ideoloji kaynaklı terörün en belirgin şekli Faşizm olarak adlandırmak mümkün olabilir. Etnik ideolojiye göre ırkî temele dayalı olup, kendi ırkının diğer ırklardan üstün olduğu tezinden hareket etmektedir. Sahip olunan etnik kimlik her şeyin üzerinde görülür. Azınlık durumunda olan etnik gruplar, bağımsızlık ve federasyon gibi istekler için ve bir takım haklar elde etmek için varlıklarını sürdürdükleri devlete yönelik terör olaylarına teşebbüs edebilmektedirler. Varlığı inkâr edilemeyecek ancak devlet olma kapasitesi ve özelliği olmayan birçok etnik grup bulunmaktadır. Etnik gruplar tarihsel süreç içerisinde çeşitli olay ve durumları gerekçe göstererek içinde yaşadıkları devlete karşı teröre yönelmektedirler. Belirli bir bölgeyi bağlı bulunduğu ülkeden kopararak bağımsızlık kazandırma yolunda faaliyet yürüterek etnik temelli bir ideolojiye dayanan ayrılıkçı terör ortaya çıkmaktadır. Örneklendirecek olursak, Dünyada İngiltere’de faaliyet yürüten IRA, İspanya’da bir zamanlar etkin olan ve halen de varlığını sürdüren ETA ve Türkiye’de faaliyet yürüten PKK, etnik milliyetçiliğe dayalı ideolojileri çerçevesinde propaganda yürüterek eylemlerini sürdüren belli başlı terör örgütlerindendir.

Milliyet (etnik) kaynaklı ideoloji ile beslenen terör örgütlerine dünyanın neredeyse her yerinde rastlamak mümkündür. Sri Lanka’da Tamil, Filistin’de Irgun, Türkiye’de PKK, Kuzey İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA ve yine Ermeni terör örgütü ASALA bu gruplara örnek olarak gösterilebilir (Açıl 2010).

3. TERÖRÜN TARİHSEL GELİŞİMİ, DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE TERÖR

3.1 Terörün Tarihsel Süreci

Terörizm, dünya tarihine ilk girişi M.S. 1. yy.de Zelaotlar döneminde olmuş ve o günden beri ortaya çıkan terör ve etnik terör olayları dünyayı etkilemeye devam etmiştir (Kalem 2011). Terör ve terörizm ilk ortaya çıktığı dönemlerden bu yana dünyayı etkisi altına almış can, mal ve manevî kayıplar verdirmeye devam etmiştir.

3.1.1 Eski çağlarda terörizm

MS I. yy. 1789 Fransız ihtilaline kadar olan tarihi süreci terörün eski çağı olarak nitelendirmek mümkündür. İlk terör örgütü ve terör olayı Roma İmparatorluğu döneminde Yahudi kökenli Zealots grubunun alt grubu olan Sicarii’lerdir. Sicarii Latince Sicarius “hançer taşıyan adam” ya da “suikastçı” kelimesinin çoğulu mevcut kullanılan İbranicesinde “siqariqim (סיקריקים)” olarak ifade edilir (Anonim 2017d). Sicariiler tarihte ilk kez intihar saldırılarında bulunan örgüttür. Düşmanlarını genellikle gündüz tatil günlerinde, pazar yeri, panayır yeri vb. insanların kalabalık olarak bulundukları yerleri tercih ederlerdi. Elbiselerinin altında sakladıkları “Sica” adı verilen kısa kılıçlarla, ansızın ve ses getirecek şekilde öldürmeleri Sicariilerin en belirgin özellikleriydi. Öncelikli hedef olarak hükümdarların belirlenmesi şiddetin kitlerden çok devlet adamlarına yapıldığının bir göstergesiydi.

Toplumlarda terörün İslâm ülkelerinde ortaya çıktığı aşılanmaya çalışılmasının yanlış bir teori olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar Filistin’in Güney kısmındaki Roma şehirlerinde Roma egemenliğine son vermek amacıyla suikastlar gerçekleştirmiş örgütlerdir. Gerçekleştirilen suikastlar sonucunda Roma İmparatorluğu tarafından Filistin Valisi’ne bütün Roma karşıtı olan Zealot ve Sicariilerin öldürülmesiyle ilgili karar verilmiş ve Kudüs’te Yahudilerin yaşaması yasaklamış bunun yanı sıra ibadet yerleri de yıkılmıştır. (Kohistani 2014). İlk “terörizm” olarak bu olay 21. yy.den iki bin yıl öncesine dayanmaktadır. Bu eylemlerden yaklaşık on asır sonra 11. yy.de Orta Doğu’da Filistin bölgesinde ortaya çıkan Selçuklu Devletine karşı yaşam tarzlarını korumak için dini bağımsızlık amacı ile Hasan Sabbah’ın kurucusu ve lideri olduğu tarihe adını “Haşhaşin tarikatı” olarak yazdıran terörist grup olmuştur. Haşhaşin Tarikatı’nın Şiî İsmailliye mezhebinin bir koludur. Haşhaşinler de Sicariiler gibi terör eylemlerinden daha çok suikast eylemlerinde bulunmuşlardır. Kendilerine hedef olarak dönemin devlet adamları örneğin; Haçlı Kralı Condrad, Selahaddin Eyyubi, Melikşah ve Nizamülmülk’ü seçmişlerdir. “Kurtarılmış bölgeler” ve “vur-kaç” taktiğini terörizm literatürüne kazandıran Sabbah, devleti şiddet kullanmaya zorlayan eylemler gerçekleştirmiştir. Amacı devleti halkın gözünde zalim konumuna düşürerek, devletin uyguladığı şiddetten kaçan insanları kendi örgütüne kazandırmaktı (Acar ve Urhal 2007). Devlet adamlarına yaptıkları suikastlar ile hem Devleti halkın gözünde güçsüz göstererek hem de devletin karşı güç kullanmasıyla devletin halk tarafından şiddet unsuru olarak göstererek örgütü güçlendirmeye çalışmışlardır.

Örgütün ismi olan Haşhaşin haşhaş yiyen veya haşhaş müptelâsı anlamına gelmektedir. Eylem yapan örgüt üyelerini eylemleri sırasında cesaretlendirmek için uyuşturucu madde verilmesi ve örgüt üyelerinin uyuşturucu madde bağımlısı haline getirerek örgüte bağımlılığının sağlanması da bu örgütün özellikleri arasındadır. Haşhaşın adıyla faaliyet gösteren tarikat ile suikasta dayanan farklı askeri taktikleri ve otuz dört yıl boyunca dışarı çıkmadan yaşadığı Alamut Kalesi ile bilinen Hasan Sabbah’ın ve örgütünün, terörizmi bir mücadele yöntemi olarak benimsemişlerdir (Topal 2005).

Terörizmin bu ilk çağında, Hindistan ve Uzakdoğu’da çeşitli gizli dernekler yüzlerce yıl mevcut olmuştur. Hintli “Thug tarikatı” ve “Hür Kardeşlik Örgütü” ile Çin’in “Büyük Bıçaklar”, “Beyaz Nilüfer” ve “Kızıl Mızraklar” gibi gizli derneklerinin eylemlerinde zaman zaman teröre başvurdukları kaynaklarda zikredilmektedir (Türköz 2011). 16. yy. ile 18. yy. arasına kadar Avrupa da bazı devletler, siyasî hedeflerini gerçekleştirebilmek için denizlerde terör estiren korsanları ve onların gemilerini kullanmaları terör olayları olarak değerlendirilebilir. Eski çağlardaki terörizmin daha çok etnik yönü ağır basan ve tarikat ve küçük gruplar şeklinde yapılanmış olduğu söylenebilir. Eylem biçimi olarak da genellikle suikast tercih edilmeleri eski çağların terörizmi, modern zamanlardaki terörizmden ayrılmaktadır.

3.1.2 Modern devrimci terörizm dönemi

Terörizm için 1789 Fransız İhtilali bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu tarihten sonra terörizm boyut değiştirmiş kitlesel saldırılar haline dönüşmeye başlamıştır. Fransız ihtilali sonrasında büyüyerek gelişen terörizm hareketleri önceleri monarşileri yıkıp, lâik ulus devletleri oluşturmak amacıyla kullanılmış, daha sonraki aşamalarında ise devletleri ve toplumları mevcut düzene dönüştürmek için yoluna devam etmiştir. 1789 Fransız Devrimi ile başlayıp, soğuk savaş la sona eren bu dönemin terörizm alanındaki belirleyicileri iki gruba ayrılır. Bunlardan birincisi karşı devrimleri önleyebilmek için devlet terörünü icat edip, adlarını “Terör Rejimi” ile özdeşleştiren devrimciler olup, ikincisi ise devrim yapabilmek için terörü yeniden yorumlayıp çağdaşlaştıran anarşist devrimcilerdir (Anonim 2006).

Modern terörizmle birlikte Jokoben zihniyetinin doğuşu ile kesin ve doğru olduğuna inanılan düşünce ya da eylem insanlara zorla kabul ettirebilmek için şiddet kullanmaya başlanmıştır. Jakobenizm, daha sonra sağ ve sol politikacılar için bir davranış biçimi olarak kullanılmıştır (Türköz 2011).

Fransız Devrimi sonrasında devrimciler, halkın devrime bağlanması için çıkar yol olarak teröre başvurulmuştur. 13 Mart 1793 ile 27 Temmuz 1794 tarihleri arasındaki döneme tarihçiler “Terör Dönemi” adı vermektedir. Terör döneminde Robespierre’in önderliğinde Jakobenler devrim karşıtlarına korku salmak ve baskı kurmak için yoğun bir şekilde sistematik olarak şiddet kullanmışlardır. Devlet terörü olgusunun temelleri bu dönemde atılmış, devlet bekasının korunması için rejim karşıtlarına uygulanan terör başlamıştır.

Fransız devrimi sonrasında benzer bir durum 19. yy.in ikinci yarısından itibaren, Rusyalı ihtilalciler 20. yy.in ilk yıllarında başlangıç olarak 1878–1891 yılları arasında yönetim biçimini zorbalık olarak gördükleri bir hükümete karşı ayaklanmışlardır. II. Aleksandr, 1881 yılında devrimciler tarafından öldürülmüş, oğlu III. Aleksandr’ın 1881–1894 saltanatı daha az liberal ancak daha barışçıl geçmiştir.

Rusya’daki sol kanat hareketler, 21. yy. sistemli terörizmin ilk örneklerinin izlerini taşır. Bunlar, hükümetleri ve sosyal kurumları yıkmak adına bireysel ve kolektif şiddeti kullanan “Rus Anarşistleridir. Rusçada “halkın iradesi” anlamına gelen “Narodnoya Volya”, birçok bakımdan 19. yy. terör hareketlerinin ilk örneklerindendir. 1877 yılında kurulan ve Çarlığı devrim yolu ile devirmeyi amaçlayan tüm devrimcilerin çatısı altında toplandığı örgüt, Çar’ın otoritesine karşı savaşırken birçok kamu görevlisi ve polise suikastlar düzenlemiş, Çar II. Alexander’ı da 1881’de suikastla öldürmüştür (Türköz 2011).

Rusya’da ve Avrupa’nın Almanya, Fransa, Avusturya gibi bazı ülkelerinde iktidar 19. yy.de karşıtı kişi ve gruplar, devrimci düşüncelerini hayata geçirebilmek kendi ideolojileri ve görüşlerini kabul kılmak için terörizmi bir araç, bir yöntem ve bir strateji olarak kullanmışlardır. Terör faaliyetleri de özellikle devlet başkanlarını hedef seçmiştir. Bu kapsamda 1894 de Fransa Cumhurbaşkanı Sadi Carnot, 1897‟de İspanya Başbakanı Antonio Canovas, 1898’de Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth, 1900’de İtalya Kralı Umberto, 1901’de ABD Başkanı McKinley terör saldırıları ile öldürülmüştür (Güzel 2002).

Terörizm, özellikle 20. yy.in ilk yarısında Hitler yönetimindeki Nazi Almanya'sı gibi faşist ve Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği gibi komünist bazı totaliter rejimler tarafından resmen kabul edilmese de bir devlet politikası olarak uygulanmıştır. Bu ülkelerde herhangi bir yasal sınırlama olmaksızın korku ortamı yaratmak ve resmi ideolojiyle devletin ilân ettiği ekonomik, toplumsal ve siyasal amaçları halka benimsetmek için tutuklama, hapis, işkence ve idama başvurulmuştur (Çitlioğlu 2006).

1. Dünya Savaşı sonrasında Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini yönetimi öncelikle yurttaşlarına karşı geniş çapta terör uygulamışlardır. Satalin döneminde, düzen karşıtı oldukları gerekçesiyle pek çok kişi çalışma kamplarında ve hastanelerde öldürülmüştür. Hitler Almanya’sında terör yalnızca düzene karşı olanlara yönelmemiş, bir dine mensup olanlara, yani Yahudilere, ayrıca ırkçı bir yaklaşımla Çingenelere de yönelmiştir. Mussolini döneminde de aralarında Sosyalist Parti Genel Sekreteri Giacoma Matteotti’nin de bulunduğu pek çok kişi öldürülmüştür, terör İtalya sınırları dışına da uygulanmıştır. 1937’de düzen karşıtı olduğu gerekçesiyle Carlo ve Nello Roselli adlı kardeşler Normandiya’da öldürülmüştür. Böylece birbirine karşı olan iki ideoloji, komünizm ile faşizm, terörü aynı amaç için; halkı mevcut düzene bağlamak, karşı çıkamaz hale getirmek, muhalefeti bastırmak için başvurulacak bir yol olarak benimsemişlerdir. Bu dönemde teröre bakış, tıpkı Fransız Devrimi sırasında olduğu gibidir (Güzel 2002).

İngilizler 12. yy.de İngiliz kralı II. Henri papanın da izni alarak adaya saldırılara başlamış kendini İrlanda Lordu ilân etmiştir. Kralı VII. Henry 15. yy.de, Vatikan’ın bağnazlığını gerekçe göstererek İngiliz egemenliği altındaki halkların mezhebini bir gecede Katoliklikten Protestanlığa değiştirmiştir. İrlanda Katolik olarak kalmayı seçmesinden dolayı 21. yy.e kadar uzanan sorunun kaynağını teşkil etmektedir. 17. yy.nin başlarında bölgedeki işlenebilir tarım arazilerinin büyük bir kısmı İngiltere ve İskoçya’dan gelen göçmenlere verilmiştir. Bu olay adanın bölünmesinde önemli bir dönüm noktasıdır. İngiliz politikasının etkisiyle 1845 – 1849 yılları arasında adada büyük kıtlık olmuş, tarım ürünlerinden yeterli verim alınamaması üzerine İrlanda halkı zor günler geçirmiştir. Halkın yaklaşık dörtte biri hayatını kaybetmiş, halkın büyük çoğunluğu yerlerini yurtlarını terk ederek Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve diğer ülkelere göç etmiş, İrlanda nüfusu 8 milyondan 4,5 milyona kadar gerilemiştir. Kıtlık ve açlık dönemlerinde İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği (The Irish Republican Brotherhood IRB) adıyla milliyetçi olguya sahip örgüt kurulmuş ve 1870 – 1916 yılları arasında İrlanda’nın bağımsızlığı için suikast ve bombalama eylemleri yapmışlardır. 1916 Paskalya ayaklanmasının bastırılmasının ardından gelen yoğun baskı üzerine radikal milliyetçi terörün en somut örneği olarak 1919 yılında İrlanda Cumhuriyet Ordusu (Irish Republican Army IRA) kurulmuştur (Anonim 2017ı) .

3.1.3 Soğuk savaş dönemi terörizm

İkinci Dünya Savaşının bitişinden sonra modern devrimci terörizm yerini soğuk savaş dönemine bırakmıştır. Terörizm bir “soğuk savaş silâhına” ve bir “dış politika aletine” dönüşmüştür. Bu çağ Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) tasfiye edildiği 1990’lı yıllarda terörizmin küresel tehdit hailine gelmesine kadar sürmüştür (Anonim 2006). SSCB ile ABD arasında yaşanan soğuk savaş döneminde, bu iki ülkenin, dolayısıyla da iki karşıt ideolojinin savaşı da terör aracılığıyla yapılır hale gelmiştir. “Devlet destekli uluslararası terörizm” kavramı dünya gündemine yerleşmiştir (Güzel 2002).

Bal (2006) tarafından Wilkinson’dan aktardığına göre “Sovyetler Birliği’ni terörle mücadele plâtformuna davet etmek, mafyayı organize suçlarla mücadele masasına davet etmek gibidir.” aynı ifadeleri ABD için de Noam Chomsky kullanmıştır. Soğuk savaş dönemi terörizmi genellikle ABD ve SSCB arasında geçmekte olmasına rağmen dünya üzerine yayılmıştır. 1991 yılında dağılan SSCB anayasası, dünyadaki devrimci kurtuluş hareketlerinin desteklenmesini, Sovyet hükümetlerine anayasal bir ödev olarak yüklemektedir. Batı dünyasının terörist örgüt olarak nitelediği ve eylemlerini terör kapsamında değerlendirdiği pek çok örgütün, örneğin Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih, Abu Nidal ve George Habbash liderliğindeki Filistin Kurtuluşu için Halkçı Cephe (PFLP), Nikaragua, Küba, Şili ve Salvador’daki devrimcilerin SSCB hükümetlerince desteklenmesi, anayasalarının kendilerine verdiği görev doğrultusunda açıklanmıştır (Türköz 2011). SSCB’nin Komünist devrime giden yolda Lâtin Amerika ülkesi Küba’yı desteklemesi de aynı gerekçe ile olmuştur. Soğuk savaş süresince SSCB’nin liderliğinde Doğu Almanya, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Libya, İran, Kuzey Kore karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi ve Varşova Paktı kurmuşlardır. ABD’nin desteklediği 4 Nisan 1949 da Washington DC’de imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması tarafları olan Danimarka, İtalya, İzlanda, Kanada, Norveç ve Portekiz gibi demokratik ülkelere yönelik terör eylemlerine destek verdiği aşikârdır. Aynı şekilde ABD Demir Perde ülkelerini istikrarsızlaştırmak için bu ülkelere yapılan terör faaliyetlerine destek vermiştir.

Soğuk savaş dönemi terörünün belirgin özelliği, bu dönemde devletler tarafından sıklıkla kullanılmasıdır. Devletler bizzat terör uygulamalarında bulunmayıp, bunun yerine Doğu ve Batı Blok’unda yer alan devletlerin karşılıklı savaşa göze alamamaları sonucunda düşman ilân ettikleri taraflara karşı mücadele eden terör örgütlerini, yoğun bir şekilde desteklemişlerdir. Bu dönemde neredeyse her terör örgütünün bir sahibi veya adına eylem yaptığı destek veren bir ülkesi vardır (Türköz 2011). Dolayısıyla siyasî açıdan farklı bakış açılarıyla değerlendirdikleri için, bazı ülkelere göre “terör” olarak nitelendirilen bir durum, bazılarına göre “özgürlük mücadelesi”, “meşru müdafaa” olarak değerlendirilebilmektedir.

ABD aynı zamanda SSCB’nin desteklediği devrimci hareketlerle mücadele etmek amacıyla, Küba, Vietnam, Filipinler, El Salvador, Guatemalâ, gibi ülkelerde komünist devrimcilere yönelik karşı ayaklanma stratejisi uygulayarak karşılık vermeyi amaçlamıştır. Özellikle söz konusu ülkelerin ordularının içinde özel kuvvetler ve ölüm mangaları oluşturulmuş, sivillerin oluşturduğu gruplara destek verilerek ülke içerisinde devrimci ayaklanmaya kalkışan gruplara karşı gayri-nizamî Savaş adı altında yoğun Şiddet ve terör uygulamışlardır. Soğuk savaş döneminde Kongo’da devlet başkanı Patrice Lumumba’nın devrilip öldürülmesi, Küba’ya yapılan Domuzlar Körfezi Çıkarması karşı-ayaklanma ile gayri nizami savaşın örnekleridir. Bütün bunların altında yatan düşünce teröre karşı terör uygulamaktır. Karşı terörün hedefi insanları korkutup gerillalarla işbirliği yapmaktan caydırmaktır (Güzel 2002).

3.1.4 Küresel terör dönemi

1991’de SSCB’nin yıkılması ile sonuçlanan doğu bloğu batı bloğu cepheleşmesi, başta ABD’nin içinde bulunduğu Batı Bloğunun galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Kapitalist dünyanın lideri ABD soğuk savaşın ardından elde ettiği özgüvenle artık daha fazla dikte eden, belirleyen, söz söyleyen ancak uluslararası sözleşmelere daha az uyan ve uluslararası ilişkilerde kendini eşitler üstü bir konumda gören bir ülke haline gelmiştir. Fakat ABD’nin kendi merkezli ve dominant politikaları, tepkisel süreci başlatmakta gecikmemiştir. Bu tepkisel eylemlerde devletler değil, tabandan gelen örgütler ön plana çıkmaya başlamıştır. Teknolojinin sunduğu avantajı da kullanan terör örgütleri, yeni düzenin kendilerini mağdur ettiğini savunarak, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra liderliğini Usame Bin Laden’in yaptığı El Kaide çatısı altında birleşmeye başlamışlardır (Bal 2006). El Kaide mensubu teröristler tarafından 11 Eylül 2001’de yerel saat ile sabah 08.46’yı gösterirken ABD’nin kalbi, beyni olarak nitelendirilen New York’un ünlü “ikiz kulelerini” hedef alan terörist eylem gerçekleştirilmiştir. Tüm dünyada canlı yayınlanan görüntüler insanlar üzerinde şok etkisi yaratmıştır. Terörizmin geldiği küresel boyutun bir göstergesi olarak nitelendirilen olay dünya çapında bir etki yaratarak dünya ülkelerinin, uluslararası toplulukların ve sivil toplum kuruluşlarının tepkisini almıştır.

Şiddet eylemlerinin 21. yy.de artan bir biçimde devletlerarası bir boyut kazandığını görmekteyiz. Bu çerçevede “Uluslararası terör; içeriği ve tekrarı uluslararası sonuçlar doğuran terörist faaliyetler” olarak tanımlanabilir. 11 Eylül’de ABD’nin ekonomi ve savunma merkezlerini temsil eden New York’taki ikiz Kuleler ve Washington’daki Savunma Bakanlığı (Pentagon) binasına, 11Eylül 2001’de kaçırılan yolcu uçakları ile kamikaze saldırıları yapılması sonucunda 3000’e yakın kişi hayatını kaybetmiştir. ABD’li yetkililer saldırıyı Ortadoğu ülkelerinin vatandaşları olduğu açıklanan teröristler tarafından yapıldığını ifade etmişlerdir. Dünya Ticaret Merkezinin ikiz Kuleleri yerle bir olmuştur. Bu zamana kadar terörü hep televizyon ekranlarından, Ortadoğu ülkelerine mahsus bir eylem şekli olarak izleyen ABD vatandaşları kendi ülkelerinin ekonomisi ve ordusu sayesinde bu tür tehlikelerden uzak olduğunu düşünen, bu tarihten sonra terörün yarattığı korku hissini çok yakından yaşamışlardır. 11 Eylül saldırıları dünya gündemini Küresel Terör kavramı ile tanıştırmıştır.

Artık terörün hangi devlet ya da kişi olursa olsun herkese zarar verdiği, başka bir kara parçasından gelerek ABD’nin kalbine hançer saplayabileceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Dünyanın en güçlü devleti bile birkaç saat içerisinde şaşkın ve çaresiz bir şekilde terörist saldırılara yakalanabileceği gerçeğini göz önüne koymuştur. Terör artık tüm dünyayı tehdit etmektedir ve bu tehdit küresel bir tehdittir. Bu tehdide karşı da küresel bir mücadele tarzının benimsenmesi gerektiği yine saldırıların mağduru ABD tarafından dile getirilmiştir. ABD başkanı George W. Bush, 11 Eylül saldırılarının ardından geçtiği ekran karşısındaki konuşmasında; Amerika’nın terörle mücadelesinde kendi tarafında olmayanları karşı tarafta ilan etmiş ve “ya bizimle olursunuz ya da teröristlerin tarafında” ifadelerini kullandığı konuşmasıyla, ABD’nin Küresel Terörle mücadelesinde tüm dünya ülkelerine bir anlamda gözdağı vermiştir (Türköz 2011).

Saldırılardan büyük yara alan ABD öndeliğinde Belirlenen yeni strateji ile artık terör dünyanın her neresinde olursa olsun yakalanıp yok edilmelidir ve ona destek verenler aynı akıbeti paylaşmalıdır düşüncesini ön plana çıkartmıştır. Fakat zaman ilerledikçe terörün göreceli bir kavram olduğu gerçeği kendini göstermeye devam etmiştir. Soğuk savaş döneminden kalan alışkanlıklarla Türkiye’de terör örgütü olarak nitelendirilen Demokrat birlik partisi (Partiya Yekîtiya Demokrat PYD) ve silahlı kanadı halkçı koruma birlikleri (Yekineyen Parastina Gel YPG) terör örgütü olarak görmeyerek lojistik destek sağladığı ve ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasında verilen demeçlerini askıda bırakmıştır.

Yaşanan süreçte, küresel terörizme yardım ve yataklık yaptığı suçlamasıyla Afganistan ve Irak, ABD tarafından işgal edilmiştir. İngiltere, İspanya, Fransa ve Türkiye gibi bazı ülkelerde ABD’nin bu politikalarına tepki olarak terör eylemleri de artmıştır. ABD’nin küresel terörizme karşı küresel mücadele stratejisi küresel çapta faaliyet gösteren terör örgütlerinin propaganda malzemesini oluşturmuştur. Terörle mücadele adına çoğu zaman insan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayıldığı görülmüştür. Ebu Gurayb ve Guantanamo cezaevlerinde, terörist olduğu iddia edilen kişilere yönelik işkence ve kötü muamele görüntüleri kamuoyuna ile paylaşılmıştır. Terörle mücadele adına yapılan yanlışlar, girişilen operasyonlar sırasında çekilen işkence ve kötü muamele görüntülerinin kamuoyu ile paylaşılması Amerikan yönetimine karşı olumsuz düşüncelere sahip insanların daha da radikal çizgilere kaymasına, El Kaide gibi küresel terör örgütlerinin sempati kazanmasına kolaylık sağlamıştır. Küresel Terörizm miladı olarak sayılan 11 Eylül 2001, uluslararası kamuoyu dikkate alınmaksızın sadece ABD’nin “Her nerede ve kim tarafından desteklenirse desteklensin terörizme karşı savaş” sloganı bir savaşın başlangıç noktası hatta gerekçesi olmuştur. Yoğun askeri güç kullanımıyla başlatılan ne zaman ve hangi şartlar oluştuğunda biteceğine dair kriterleri olmayan savaş orta doğuyu etkisi altına almıştır (Türköz 2011).

Küresel terör dönemine bu adı verilmesinin bir nedeni de artık bu dönemde aynı terör örgütünün çok çeşitli ülkelerden ve milletlerden üye barındırması ve tehdidi belirli bir düşman algısının ortadan kalkmasıdır. “Küresel Asimetrik Tehdit” olarak da adlandırılan küresel terör dönemiyle birlikte terör saldırılarının ne zaman, nerede, nasıl, kim tarafından ve hangi ülkeyi ya da kişiyi hedef alacağı durumu belirsiz hale gelmiştir. Teröristler bilgi teknolojilerinin sağladığı imkânları da çok iyi kullanarak, haberleşmelerini elektronik ortamda çok seri ve takibi mümkün olmayan bir şekilde yapmakta, çeşitli materyalleri kullanarak hasar gücü yüksek bombalar yapabilmektedirler. Bunları yaparken organizasyonlarının ve eylem planlarının ortaya çıkarılabilmesine yönelik olarak yapılan polis ve istihbarat çalışmalarına karşı da yine teknolojinin imkânlarından faydalanarak korunabilmektedirler (Bal 2006).

Bu sayede merkez üssü belli olmayan ancak eylem alanı dünyanın her yerini kapsayan küresel bir terör şebekesi ortaya çıkmıştır. Sayılan nedenlerden dolayı küresel terörle etkili bir mücadele yürütülebilmesi için küresel işbirliğinin sağlanması gerektiği her platformda sıkça dile getirilmekte ise de teröristlerin kendi aralarında etkin olarak kurabildiği küresel işbirliğini uluslararası ilişkilerde ülkeler henüz sağlayamamışlardır. Bu nedenle küresel terörle mücadele etmek adına etkili ve sonuç alıcı bir mücadele stratejisi belirlenememekte ve uygulanamamaktadır (Türköz 2011).

Özetle terörizmin tarihsel geçmişi belirli ideolojiler çerçevesinde MS I. yy.e kadar uzanmaktadır. Bugünkü seviyede ideolojileri uğruna özellikle Marksist-Leninist ideoloji için modern terörizm hareketlerinin başlangıcı olarak Fransız Devrimini bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Fransız Devriminin getirdiği terörizm anlayışından hareketle 19. yy.de işçi hareketleri ve anarşizm karakterli terörizmden, 20. yy.de ise Milliyetçi-Etnik İdeoloji ile bağımsızlık mücadelelerinde terörü bir araç olarak kullanılmıştır. Soğuk savaşı bir argüman olarak kullanılması ile terörizmi dış politika aracı olarak kullandığı terörizmden ve son olarak 11 Eylül sonrası varlığını hissettiren küresel terörizmden söz edilebilir. Her ne kadar 21. yy.de terörü İslamiyet ile bağdaştırılmaya çalışılsa da terörün tarihi incelendiğinde çeşitli dinler ve ideolojilerde teröre rastlamak mümkündür. Tarih içerisinde terörle mücadele için terörü kullanan devletlerde mevcuttur.

3.2 Dünyada ve Türkiye’de Terörizm

3.2.1 Dünyada terörizm

Tarihin her döneminde mevcut devlet düzeni ve siyasî yapı, toplumu meydana getiren bireylerin ihtiyaçlarına aynı oranda cevap vermemiş ve bazı bireylerin ihtiyaçları diğer bireylerin ihtiyaçları ile çelişmiştir. Çok eski tarihlerde bu durumun ortadan kaldırılması konusunda atılan adımlar arasında terör faaliyetlerine rastlanmakla birlikte, devletlerin devletlere karşı 21. yy.deki şekli ile terör tarzı hareketlere giriştikleri pek görülmemiştir. Küreselleşmenin bir sonucu olarak devletlerarasındaki sınırların kalkması ya da önemini yitirmesi, devletlerin güvenliğine yönelik en büyük tehdit halini alan terörizmin de sınırlarını ortadan kaldırmıştır. Her ne kadar ilk örneklerini Filistin’deki kutsal savaşçı Zealot-Sicarii’lerin yapmış olduğu eylemler oluştursa da; terörizmin nitelik değiştirerek uluslararası boyut kazanması, 20. yy.in ikinci yarısında olmuştur (Açıl 2010).

Terör maliyetinin hesaplanmasında birçok değişken olması nedeniyle net olarak hesaplanamasa da yaklaşık olarak bir maliyet hesaplanabilir. Dünya çapında ses getiren terör oyaları maliyetlerinin çok yüksek olduğu gözlemlenmektedir.

Uluslararası hukuk çerçevesinde terörizmle mücadele konusu ilk kez 1930 yılında Brüksel’de toplanan Üçüncü Milletlerarası Ceza Hukuku Birleştirme Konferansı’nda ele alınmıştır. 1931 yılında Paris’te yapılan Dördüncü Milletlerarası Ceza Hukuku Birleştirme Konferansı’nda ve 1934 yılında Madrid’de yapılan Besinci Milletlerarası Ceza Hukuku Birleştirme Konferansı’nda tartışılan terörizme karşı mücadele konusu, siyasi terörizm ve sosyal terörizm olarak iki yaklaşımla belirlenmiştir (Şehirli 2000).

Terörizm tarih boyu süre gelen insanlık ve dünya için büyük can ve mal kayıplarına neden olan belirli bir ideoloji uğruna olanları görmezden gelen veya olmayanları var olmuş gibi gösteren bir olgu bir yaklaşım bir mücadele sistemi olarak geliştirilmiş insanlık tarihinde ki oluşan kara lekelerin altında yatan sebeplerden biridir. Dünya ve insanlık tarihinde birçok ulus birçok millet terör mağduru olarak yaşayış şekillerini değiştirmek ve yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalmıştır. 18. yüz yılda meydana gelen Fransız devrimi ile halk arasında bariz bir şekilde meydana gelen sınıf farklılıklarının Marksist-Leninist ideolojiler ile gün yüzüne çıkmasının tetiklediği eylemler ile terörizmin boyut değiştirdiği söylemek mümkündür.

1990’lı yıllarla birlikte terörist faaliyetlerin yöntem ve boyutlarındaki belirgin değişim dikkat çekmektedir. İçerisinde çok fazla insanın bulunduğu yerleri hedef alan eylemler, tahrip gücü çok yüksek bombaların kullanıldığı ve dini ya da etnik sebeplerle vahşi katliamların gerçekleştiği bir yapıya bürünmüştür. Eylemlerin biçimlerinde görülen farklılıkların yanı sıra 1990’lı yıllarla birlikte, eylemlerin sayısı ve tahribat gücünde de belirgin değişimler göze çarpmaktadır. İlginç olan nokta, eylem sayısının neredeyse yarı yarıya düşmesine rağmen, saldırıların tahribat gücü ve buna bağlı olarak can kayıplarının olağanüstü artmasıdır. 1987’de 666 olan terörist eylem sayısı 1991’de 565’e, en düşük olduğu 1996 yılında ise 296’ya düşmüştür. Buna karşın, Asya’da 1992’de 13 terörist eylemde hayatını kaybedenlerin sayısı sadece 25 iken, 1995’teki 16 eylemde ölü sayısı 5639’a yükselmiş, Avrupa’da 1992’de 113 eylem 65 can alırken, 1996’daki 121 eylem 503 kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur (Yalçıner 2006). İkinci dünya savaşı sonrasında global barış ve savunmayı desteklemek üzere 24 Ekim 1945 yılında Birleşmiş Milletler örgütü ve 4 Nisan 1949 yılında orijinal adı North Atlantic Treaty Organization (NATO) olan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü kurulmuştur.

3.2.1.1 Birleşmiş Milletler (BM) teröre bakışı

Birleşmiş Milletler 24 Ekim 1945 yılında dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulmuştur. Uluslararası bir örgüt olan Birleşmiş Milletler (BM) kendini “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluştur. (Anonim 2017i).

Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 1. maddesinin 1. bendine göre; Birleşmiş Milletler ’in amaçları; “Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla: barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almaktır. Barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek” olarak tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 2. maddesinin 4. bendine göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” denilmektedir.

Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesine göre ise; Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konseyin işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez. Anılan maddelerden anlaşılacağı üzere ülkelerin, uluslararası ilişkilerde, birbirlerinin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına saygı gösterecekleri öngörülmüştür. BM de ülke güvenliği huzur ve barış ön planda tutulmuş tehdit altında olan üye ülke ve milletlerin eylem planları güvenlik konseyinde değerlendirilerek uluslararası barış ilkeleri çerçevesinde yapılacak savunma ve eylemler hayata geçirilmesi tasarlanmıştır.

Ayrıca 21. yy.de bir devletin, bir başka devletin egemenliğini ve ülke bütünlüğünü, ulusal yapısını, siyasal bağımsızlığını hedef alan silahlı terör örgütlerine doğrudan ve dolaylı olarak açık veya kapalı destek vermesi uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler açısından o devlete yapılmış saldırı sayılmaktadır. Bunun yanı sıra BM Genel Kurulu, 18 Aralık 1994 tarihinde aldığı kararla “terörü insan hakları ihlali olarak kabul etmiş ve üye devletleri uluslararası terörü reddetmeye, terör suçlarını önleme ve cezalandırma konusunda işbirliği yapmaya davet etmiştir. Keza hala taslak aşamasında olan “Birleşmiş Milletler İnsanlığın Güvenliğine ve Barışa Karşı İşlenen Suçlar Antlaşması’nda da saldırı, saldırı hazırlığı, başka bir devletin ülkesine silahlı çeteler gönderilmesi, terörizm, barış ve güvenlik konusundaki uluslararası antlaşmaların ihlali” gibi iç hukuktan bağımsız tanımlamalar geliştirerek bu suçlara ilişkin yargılama ülkelerin kendi iç hukukuna bırakılmıştır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), 28 Eylül 2001 tarihinde toplanarak oy birliği ile geniş kapsamlı anti terörizm (1373 sayılı) kararını kabul etmiştir. Anti terörizm kararının uygulanmasını takip amacıyla bir komitenin kurulmasının öngörüldüğü ve bütün devletlerin 90 gün içinde aldıkları önlemleri bu komiteye bildirmeleri gerektiği ifade edilmiştir. Anılan karar ile devletlerin; Her türlü terörist faaliyetin finansmanının önlenmesi, terörist faaliyetlerde kullanılacak ekonomik kaynakların dondurulması, terörist faaliyetlerin finansmanına yönelik her türlü işlemin yasaklanması gerektiği belirtilmiştir. Aktif veya pasif olarak bütün terörist faaliyetleri desteklemekten, silah temin etmekten kaçınılması, terörist faaliyetleri önlemeye yönelik, devletlerarasındaki bilgi alış verişi dâhil her türlü tedbirin alınması gerektiği belirtilmiştir. Terörist faaliyetlerin planlanmasına, finansmanına, hazırlığına katılanların kanun önüne çıkarılması, iç hukuklarında da terörü ciddi suç eylemi olarak tanımlayacak düzenlemenin yapılması gerekliliği ifade edilmiştir. Terörist faaliyetlerin desteklenmesi ve finansmanı konularında yürütülen soruşturma ve yargılamalarda devletlerin en üst seviyede birbirlerine yardımda bulunmaları gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Terörist grupların intikali konusunda etkin sınır kontrollerinin yapılması, gerekli tedbirlerin alınması gerekmekte; sahte dokümanlar, hassas maddeler, muhabere sistemleri ve teknolojileri, kitle imha silahlarına sahip örgütler ile ilgili bilgi alış verişini yoğunlaştırarak hızlandırmalarının önemi bildirilmiştir. Uluslararası terörizmin, uyuşturucu trafiği, kara para aklama gibi diğer suçlarla ilişkili olduğu belirtilerek ilgili uluslararası sözleşme ve protokollere taraf olmaları ve BMGK kararlarını uygulamaları, mülteci statüsü vermeden önce sığınmacıların terörist faaliyetler bakımından araştırılmasına yönelik tedbirleri alacakları belirtilmiştir (Sümercan 2010).

BM çeşitli dönemlerde terörle mücadele konusunu dolaylı yollardan gündemine almış ve tavsiye niteliğinde kararlar almıştır. Uluslararası terörde bir dönüm noktası olarak değerlendirilen 11 Eylül, BM’nin de konuya bakışını değiştirmiştir. BM üyesi devletleri bağlayıcı mahiyette 28 Eylül 2001 tarihli 1373 sayılı kararla Taliban ve Usame b. Ladin’in Afganistan’daki faaliyetleri ile ilgili olarak kararlar alınmıştır. Bu süreçte kurulmuş olan BM Terörizme Karşı Koyma Komitesi (CTC) BM Güvenlik Konseyi’ne bağlı olarak kurulmuş ve kapsamı belirlenmiştir.

BM Terörizme Karşı Koyma Komitesi örnek kanunların hazırlanması, terörle mücadele konusundaki en iyi uygulamaları saptamak, değişik kaynaklardan bulunabilecek yardım olasılıklarını araştırmak ve benzer yardım programları arasında sinerji yaratarak devletler, uluslararası, bölgesel ve alt bölgesel kuruluşlarla işbirliği olanaklarını araştırmak ve geliştirmek görevini üstlenmiştir. 1373 sayılı kararın uygulanmasını izlemek için Bir başkan, üç başkan yardımcısı ve on bir devlet temsilcisinden oluşan Terörizme Karşı Koyma Komitesi ayrıca dokuz adet uzman danışman tarafından da desteklenmektedir. BM Terörizme Karşı Koyma Komitesi 26 Mart 2003 tarihli 1535 sayılı karar ile yeniden yapılandırılmıştır. Komite bundan böyle BM Güvenlik Konseyi’ne üye devletlerden oluşacak bir genel kurulun politik rehberliği altında, Terörizme Karşı Koyma İcra Direktörlüğü (Counter-Terrorism Committee Executive Directorate-CTED) tarafından desteklenecek başkan ve başkan yardımcılarının görev aldığı bürodan oluşturulmaktadır. Bu bağlamda CTED genel kurula ve başkana danışmanlık yaparak komite kararlarının icrasını takip edecek ve 1373 sayılı kararın gereklerinin yerine getirilmesinde ilgili devletlere yardımcı olunmasını kolaylaştıracak ve takip için gereken tüm bilgilerin toplanmasına nezaret edecektir.BM 12 Eylül saldırısı sonrası terör ve terörizme daha çok önem vermiş ve yaptırım niteliğinde kararları, kurulan komiteler ile terörizme karşı duruşunu daha net göstermiştir.

3.2.1.2 Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) teröre bakışı

İlk olarak 12 devlet tarafından Washington’da 4 Nisan 1948’de imzalanan antlaşma çerçevesinde 1949 yılında kurulan Kuzey Atlantik İşbirliği Teşkilatı (NATO), 21. yy.de dünyanın en büyük ortak askeri savunma örgütü konumundadır. Başlangıçta Sovyet tehdidine karşı kurulan ve bir savunma alanı belirleyerek müttefikler arasında dayanışma ve askeri alanda yardımlaşmayı öne çıkaran bir örgüt iken, Doğu Bloğu ve 1955 yılında kurulan Varşova Paktı’nın 5–6 Temmuz 1991’de Brüksel’de imzalanan “Avrupa ile bütünleşme protokolü” ile sona erdirilmesinden sonra etki alanını genişletmiştir (Kutlu 2010).

NATO’nun kuruluşundan soğuk savaş sonrası döneme kadar her türlü ekonomik ve siyasal şartların ortaya çıkardığı durum çerçevesindeki güvenlik ve tehdit algılamaları ile kitlesel tehditlerin düşman devletlerin silahlı güçlerinden geleceği düşüncesinin etkisiyle bu dönemde terörizm sorununu gündeme almamış ve misyonları arasında açıkça yer vermemiştir (Anonim 2017j). Soğuk savaş sonrası dönemde NATO stratejik konseptini yeniden tanımlama yoluna gitmiştir. 1991’de yeni tehditler Etnik Çatışmalar, Sınır anlaşmazlıkları, Din ve mezhep çatışmaları, Kitle imha silahlarının yaygınlaşması, Kitlesel göç hareketleri, Terörizm, Sabotaj, Uyuşturucu trafiği olarak belirlenmiştir. 1999’da Washington’da onaylanan son konseptte ise 1991’deki maddelere İnsan hakları ihlalleri, Politik düzenin çökmesi, Devletin çökmesi gibi maddeler eklenmiştir. NATO’nun terörle mücadeleyi içeren yeni Stratejik Konseptinden sonra, NATO kapsamında yapılan Kuzey Atlantik Konseyi Bakanlar Toplantıları sonrasında yayınlanan ortak bildirilerin hemen hepsinde terör konusunda hükümlere yer verilmiştir (Yalçıner 2006).

NATO, uluslararası anlamda tehdit oluşturan askeri ve askeri olmayan tehditleri sıralamış bu doğrultuda terörist faaliyetler diğer tehditler arasında sayılmasına rağmen etnik çatışmalar, kitle imha silâhlarının yaygınlaşması, ekonomik ve siyasal istikrarsızlıklar gibi konuları birinci dereceden tehdit sınıfına sokmuştur. NATO terörizmle mücadele konusunda silahlı gücü olması nedeniyle BM’nin yönettiği çok geniş kapsamlı çabalar ile ülkelerin daha belirli yaklaşımları arasında bir noktada yer almaktadır. NATO İşlevsel olarak ise terörle mücadeleye öncelik vermiş, problemin niteliği ve genel olarak verilecek tepkiler konusunda fikir birliğine varmıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra bir ülkenin kendi topraklarında problem çıkartmamaları şartıyla terörist grupları “özgürlük savaşçıları” olarak niteleyip onlara tolerans göstermesi kabul etmemektedir.

11 Eylül saldırıları sonrasında NATO tarihinde ilk kez Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. Maddesinin hükümlerini uygulamaya geçmektedir. Maddeye göre bir üyeye yapılan saldırı tüm üyelere yapılmış sayılmaktaydı. 4 Ekim 2001’de NATO, saldırıların 5. madde hükümlerine uygun olduğuna karar vermiştir. NATO’nun saldırılara karşı gerçekleştirdiği sekiz resmi eylemi bulunmaktadır. Eagle Assist Harekâtı ile teröristlerin veya kitle imha silâhlarının dolaşımını engellemeyi amaçlamaktadır.

Hükümet dışı unsurların yapacağı terörist saldırıların NATO’nun toplu savunma yükümlülüğünü harekete geçirmesi gerektiğini kabul eden İttifak, terörle mücadeleyi NATO’nun kalıcı görevlerinden biri haline getirmiştir. 2002 yılındaki Prag Zirvesi’nde müttefikler arasında terörizme karşı Ortak Eylem Planı benimsenmiştir. Akdeniz Diyalogu içindeki ülkelerin de katıldığı bu planda istihbarat paylaşımının ve sınırların güvenliğinin sağlanması gerektiği ön plan çıkmıştır.

NATO, 16 Nisan 2003’te 42 ülkenin askerlerinden oluşan en çok askere sahip Almanya ve Hollânda’nın talebi ve 19 NATO elçisinin tamamı tarafından oy birliği ile Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nün (ISAF) komutasını almıştır. ISAF’ın komutasının 11 Ağustos 2003’te NATO’ya devredilmesiyle birlikte NATO tarihinde ilk kez kuzey Atlantik bölgesi dışında bir görevin komutasını üstlenmiştir. ISAF ilk önce Kabil ve çevresini Taliban, El-Kaide ve benzeri grupları saf dışı bırakarak sonrasında Hamid Karzai Afganistan Geçiş Yönetimi’nin kurulmasını sağlamakla görevlendirilmiştir. BM Güvenlik Konseyinin 13 Ekim 2003 tarihinde aldığı kararı ile ISAF görevinin Afganistan tamamına yayılmıştır.

3.2.1.3 Avrupa Birliği’nin (AB) teröre bakışı

Avrupa Birliği’nin (AB) 11 Eylül olayları meydana gelene kadar terörle mücadelede ortak bir mücadele amacıyla ciddi anlamda örgütsel ve ortak bir politikası yoktur. Bunun nedenlerinden birisi devletlerin kendi halklarına yönelik olarak meydana gelecek herhangi bir saldırıda kendi güvenliğini sağlamayı iç güvenlik meselesi olarak algılamalarıdır. Diğeri ise, her devletin kendine göre bir terör algılamasının bulunmasıdır. Bu algılama devletleri terörü bir iç güvenlik sorunu halinde görmelerine neden olmuştur (Kutlu 2010).

11 Eylül saldırılarından sonra terörizm AB’nin en önemli gündem konusu haline gelmiştir. ABD’nin Afganistan operasyonu ve terörizmle mücadele tedbirlerine destek verilmiş ve operasyona katılım sağlanmıştır. AB konseyi ve AB ülkelerinin güçlü üyelerinin liderleri başta olmak üzere ABD’ye tam destek verdiklerini belirten açıklamalar yapmışlardır. Kendi güvenlikleri için ve ABD’nin istekleri doğrultusunda, terörizmle mücadeleye yönelik tedbirler almaya başlamışlardır. AB’nin özellikle güçlü üyeleri, 11 Eylül den sonra Afganistan harekâtında yer almış, uluslararası arenada etkili olmaya çalışmışlardır. AB’nin bugüne kadar bir türlü tam olarak başarıya ulaştıramamış olduğu Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikasının, 11 Eylül olayları çerçevesinde yeniden gündeme getirilmesi; adalet ve iç işleri alanında daha sıkı işbirliğine gidilerek “Birliği” sağlamlaştırıcı adımlar atılması, bu fırsatın değerlendirilerek AB bütünleşmesinde gelişme sağlanmasına yöneliktir. AB ülkelerine tek tek bakıldığında ise, özellikle güçlü üyelerin ABD’ye yakınlaşma ve uluslararası alandaki etkinliğini güçlendirme amacıyla dış politikalarını yeniden düzenleme gibi değişikliklere gittikleri görülmektedir.

11 Eylül saldırıları sonrasında, AB’nin saldırılara karşı ilk cevabı ABD’ye siyasi olarak tam destek vermesi olmuştur. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından 12 Eylül’de bir bildiri ile düşüncelerini açıklayan AB, yapılan terörist saldırıları kınayarak ABD hükümeti ve halkı ile dayanışma içinde olduklarını belirtmiştir. Saldırıları tüm insanlığa yapılmış bir saldırı olarak kabul eden AB, uluslararası terörizmle mücadelede ABD ile yakın işbirliği içinde olacağını, BM ve diğer uluslararası organizasyonların terörizmle mücadele ile ilgili gerekli bütün önlemlerin uygulamaya konulacağını vurgulamıştır (Kutlu 2010).

Devletin egemenlik yetkisi, iç güvenlik ve terörizmle mücadele ön planda yer almaktadır. Terörizm ise ülkelerin bir iç sorunu olarak görüldüğünden dolayı, terörizme karşı politik yaklaşımlar ve mücadele de ülkeden ülkeye farklılıklar göstermektedir. Bal’a (2004) göre 1972 Münih olimpiyatlarında meydana gelen terörist saldırılar ve ardından Ortadoğu kökenli terör grupları tarafından Avrupa kıtası üzerinde eylemler gerçekleştirilmesi, uluslararası terörizm sorununun Avrupa’ya taşındığının göstergesi olmuş ve tehlikenin boyutuna dikkat çekmiştir.

AB konseyi, terörizmin tanımına farklı bir perspektiften bakarak terörist saldırı kavramını “Bir ülkenin ya da uluslararası bir örgütün siyasi, ekonomik ve sosyal yapısını ciddi bir şekilde etkilemek ya da zarara uğratmak” seklinde tanımlamıştır (Anonim 2017e). ABD gibi ekonomisi ve silahlı kuvvetleri gelişmiş büyük ve dünya devi bir ülkenin 11 Eylül saldırısına maruz kalması ile AB terör ve terörizm konusunda bakış açısını değiştirmiş, terör tehlikesinin ABD’yi vurmasıyla Avrupa ülkelerinin de tehdit altında olduğu algısını kendi içinde uyandırmıştır. 11 Eylül öncesinde terörün az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde olacağı kanısı hâkim olması nedeniyle terörizm konusunda yaptırımları bulunmayan AB bu olay sonrasında yaptırım niteliğinde kararlara imza atmış ve ABD ile Afganistan harekâtına katılan başta İngiltere olmak üzere AB üyeleri olmuştur.

3.3 Türkiye’de Terörizm

Tarihten süre gelerek 21. yy.de de terör Türkiye’nin başlıca sorunları arasında yer almaya devam etmektedir. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin kaybetmesi ile sonuçlanmasından sonra, Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde Anadolu Coğrafyasına çekilmiş ve bu¬rada Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş, Misak-ı Milli sınırları hedef coğrafya belirlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırlarını koruması arzulanmıştır. Misak-ı Milli sınırlarına göre: Türkiye’nin güneydoğu sınırları, şimdi Irak sınırlarında bulunan Musul, Kerkük, Süleymaniye ve Erbil şehirleri Misak-ı Milli sınırları içinde kalmaktadır. Musul sorunu sırasında 1925 yılında patlak veren Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde olduğu tezini İngiltere lehine dönüştürmüştür. İngiltere’nin müda¬halesiyle bu mümkün olamamış, 1926 Ankara Antlaşması ile bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları belirlenmiştir.

Türkiye’nin de üzerinde kurulu olduğu topraklar olan Anadolu ve yakın çevresinde kurulan devletler tarih boyunca terör olaylarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Romalılar, düşmanlarını işlek yerlerde öldürdükten sonra kalabalığa karışıp kaybolmalarıyla halk arasında korku ve dehşete sebep olan Sicarii’lerle, Selçuklular Haşhaşilerle, Osmanlılar ise Makedon ve Ermeni çetelerinin yarattığı terör olayları ile mücadele etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, kendisinden önce Anadolu’da kurulan diğer devletlerle aynı kaderi paylaşmış ve kuruluşundan itibaren ekonomik gelirlerinin önemli bir kısmını terörle mücadeleye ayırmıştır. Toplam ekonomik kayıp ise 300 milyar doları aşmıştır. Ekonomik kayıp, 1000 istihdam kapasiteli 1000 fabrikaya eşittir. Türkiye’nin kurulduğu günden 21. yy.in ilk çeyreğine kadar çeşitli terör olayları ile karşılaşmış özellikle 1980 sonrasında PKK (Kürdistan İşçi Partisi) terörüne 40.000 can kaybı ve 300 milyar doları aşan bir ekonomik kayıp vermiştir.

Kürt sorunu olarak ortaya çıkan terörün faturası için farklı rakamlar söylenmektedir. 300–400 milyar dolar ekonomik maliyet hesaplanırken bu rakamı 1 trilyon liraya çıkaran uzman akademisyen ve siyasetçilerde bulunmaktadır. Ancak terör nedeniyle Türkiye’nin ıskaladığı veya vazgeçmek zorunda olduğu fırsatların hesaplamasının kolay olmamaktadır (Baysal 2013). Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından yapılan araştırma konuyu en derinlikli inceleyen ve derli toplu olarak analiz eden çalışmalar arasında yer almaktadır. Araştırma raporu Cumhuriyet dönemine kadar geriden başlatarak sürecin tüm aşamalarını gözler önüne sermektedir.

Türkiye’nin üzerinde kurulu olduğu Anadolu ve Mezopotamya insanlık tarihi boyunca huzur ve istikrarın sağlamakta güçlük çekildiği topraklardır. Bu topraklar sürekli bir karmaşa ve terör olayları ile karşı karşıya kalmıştır. Çalışmanın bu bölümünde Türkiye’de terörizmi Ermeni terörü, Sağ-Sol ideoloji, Bölücü (Ayrılıkçı) terör ve din eksenli terörizm olarak incelmeye çalışılacaktır.

3.3.1 Türkiye’de Ermeni terörü

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihinden bu yana terör ve terör eylemleri ile mücadelesini sürdürmektedir. Osmanlı devletinden miras kalan global dünyanın da desteği ile faaliyetlerini 1975 – 1985 yılları arasında hız kazandıran Ermeni terörü orijinal adı ile Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia (ASALA Ermenistan’ın kurtuluşu için Ermeni Gizli ordusu) Türkiye Cumhuriyeti’nin örgütsel olarak mücadele ettiği ilk terör örgütü olarak sayabilmek mümkündür.

Ermeni terörünün kaynağını, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması sonrasında Osmanlı toprakları üzerinde kurulmak istenen Büyük Ermenistan ideali oluşturur. 1877 Osmanlı-Rus savaşı öncesine kadar herhangi bir ermeni isyanına rastlanılmamaktadır. Bağımsızlık idealleri ile Ermeniler, Anadolu toprakları üzerinde silahlandırdıkları çetelerle terör faaliyetlerine başlamışlar ve 1882 - 1909 yılları arasında 37 ermeni isyanı meydana gelişmiştir. Bunlardan en önemlileri 28 Eylül 1895 tarihinde Hınçak Partisinin çıkardığı isyan, 14 Ağustos 1896’da Taşnak Partisi mensubu 26 Ermeni’nin Osmanlı Bankası’nı basmaları ve 21 Temmuz 1905 tarihinde Sultan Abdülhamit’e düzenlenen suikast eylemleri öne çıkanlardır.

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte, Ermeni çeteleri Ruslardan yana tavır alarak Osmanlı Ordusuna karşı savaşmışlardır. Gerçekleştirdikleri ayaklanmalar ile düşmana karşı mücadele etmesi gereken orduyu yıpratmışlar ve bölgede bulunan Müslüman halka karşı tarihte Ermeni Mezalimi olarak geçen katliamları yapmışlardır. Ermeni çetelerinin Müslümanları katletmeleri, ardından bir Ermenistan kurma düşüncesiyle Van ve Zeytun isyanlarını gerçekleştirmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı esnasında Anadolu’yu işgale başlayan Rus ordularına yardım etmişler ve Osmanlı Devleti’ni zorunlu tedbirler almaya zorlamıştır. Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa Ermeni tehciri olarak adlandırılan kararı almıştır. Tehcir kararı gereğince, savaş müddetince, önce savaş sahasına yakın yerlerdeki Ermenilerden başlamak üzere mecburi nakil uygulamıştır. Bu nakil, Ermeni çetelerinin katliamdan vazgeçmemeleri ve Osmanlı Devleti aleyhine yabancı devlet mensuplarına bilgi aktarmaları sebebiyle, Katolik ve Protestan mezhebinde olanlar ile yetimler, kimsesiz kadınlar ve hastalar hariç olmak üzere, diğer bütün Ermenileri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Ayrıca, devlete bağlılığı bilinen Ermeniler de tehcir harici tutulmuştur (Temel 2010). Savaşın zorlukları, toplu göç esnasında yaşanan bulaşıcı hastalıklar ve bölgede bulunan eşkıyanın saldırıları neticesinde tehcir edilen Ermeni halkından tahminen 50.000 kişi yollarda hayatını kaybetmiştir. Osmanlı hükümeti tehcire uğrayan Ermeniler için bazı önlemler almaya çalışmış olsa da savaşın oluşturduğu ortam ve Kafkaslarda Rus zulmünden kaçan Müslüman halkın varlığı ve Ermeni eşkıyalarının savaşan Osmanlı Ordusu gerisinde gerçekleştirdikleri katliamlar bu tedbirlerin yeterince uygulanamaması neden olmuştur.

Tehcirin sorumlusu olarak görülen Osmanlı devlet adamları, Yunanların Anadolu’da saldırıya geçtiği bir dönemde NEMESİS olarak adlandırılan Ermeni terör örgütü tarafından öldürülmüşlerdir. NEMESİS, Ermeni Taşnak Partisine bağlı bir alt örgüt olarak 1920’lerde kurulan, adını her nedense Yunan mitolojisindeki “Adalet ve intikam Tanrıçasından alan ilk gizli Ermeni terör örgütüdür. NEMESİS ’in kuruluş amacı Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu’da yerleşik, ancak Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, cephe gerisindeki yıkıcı ve bölücü faaliyetleri nedeniyle l915 yılında zorunlu göçe (tehcir) tabi tutulan Osmanlı uyruklu Ermenilerin intikamını almaktır. Moskova, Kars ve Lozan Anlaşmaları sonucunda, Paris Konferansı’nda Ermenilere verileceği vaat edilen Sivas, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır ve Mamuretülaziz (Elazığ) vilayetin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin toprağı olarak kabul edilmesi Ermeniler üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve Ermeni terör olaylarını sonlandırmıştır (Temel 2010).

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile diaspora olarak yaşayan Ermenilerin zorunlu göç hadisesini milli kimliklerini canlı tutacak bir enstrüman olarak kullanmaları ile tarihte yaşanan bu olayı sürekli gündemde tutarak güçlü devletlerden lojistik destek alarak terör eylemlerini gerçekleştirmeye ihtiyaç duymuşlardır. 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Sorumlularının Cezalandırılması Sözleşmesini gerekçe göstererek tehcir olayını bir soykırımmış gibi lanse etmişlerdir. Tanıma, tanıtma, tazminat ve toprak olarak özetlenen ve “Dört T” diye adlandırılan plan ile Batı Ermenistan topraklarının Türkiye’den koparılması amaçlamaktadırlar.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye SSCB ilişkilerinde yaşanan sorunlar ve Batı ülkelerinin tüm karşı çıkışlarına rağmen Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmesi, Ermeni terörizminin ortaya çıkmasını sağlayacak uluslararası ortamı yaratmıştır. Konuyu değerlendiren Mango(2005), Ermeni terörizminin ortaya çıkmasını şu sebeplere bağlamaktadır. Birincisi tipik diaspora davranışından ileri geliyor olmasıdır. İlk nesil muhacirler yeni ülkelerinde yerleşmiş, iş güç sahibi olarak hayatlarını devam ettirmişlerdi. Başka bir ifadeyle teröristler, özellikle erimekte olduğu yerlerde kendi toplumlarının birlikteliğini sağlama gayesiyle anarşizmin tanımında söz edilen “eylem yoluyla propaganda ’ya başvurmuşlardı. Lübnan’daki iç savaşın devlet otoritesinin çöküşüne yol açması ve şiddete dayalı hareketlere örnek olmasıdır. Marunîler güçlerini kaybedince, şiddet eğilimindeki Ermeniler Filistinli militanların yanında yer aldı. Bunun sonucu olarak ASALA, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün en radikal kollarından biri olan Marksist görüşlü Filistin Halk Kurtuluş Cephesi tarafından desteklenmeye başlandı. İsrailliler 1982 Eylülünde Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Beyrut’tan sürdükten sonra ASALA yeni bir üs, hatta yeni bir patron aramak zorunda kalmıştı. Fransa’daki Ermeni toplumu böyle bir üs sağlarken Fransız makamları da, gözlerini hep başka tarafa çeviriyordu. Ermeni teröristler Atina’da, Kıbrıs Rum kesiminde de yaşıyor, sınırlardan kolaylıkla gelip geçiyorlardı.

Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia), Ermenice: Hayastani Azatagrut’yan Hay Gaghtni Banak, Uluslararası Terör Hareketi’nin bir parçası olduklarını kabul eden, bu mücadelenin de ancak silahlı olarak gerçekleşeceğini ilan etmiş olan bir kuruluştur (Karaş 2007). Lübnan İç Savaşı esnasında, 1975 yılında Beyrut şehrinde, sempatizan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin yardımı ile Agop Agopyan tarafından kurulmuştur. Agopyan’a göre, örgütün temel amaçları Ermeni ilkesinin dünya kamuoyuna tanıtılması ve yurtdışı Ermeni toplumunda milliyetçi duygunun yükseltilmesi olmuştur. ASALA özellikle bağımsız bir Ermenistan kurmak, Ermeni Tehciri’ni Türkiye Cumhuriyeti’ne soykırım olarak kabul ettirmek, tazminat ödettirmek ve Büyük Ermenistan için çalışmıştır. ASALA militanları bir dönem Yunanistan ve Suriye İstihbarat servislerinin her türlü eğitim ve lojistik destek kolaylıklarından yararlanmışlardır. Bazı kaynaklarda “terör örgütü” olarak nitelendirilmektedir. 1980-1990 yıllarında ABD’nin terör örgütü listesinde de yer almaktaydı. 1985 yılından sonra aktif olmayan ASALA, ABD’nin 2001’de hazırladığı Yabancı Terörist Örgütler (Foreign Terrorist Organisations) listesine ve Ülkeye Girişi Yasak Olan Teröristler (US Terrorist Exclusion List) listesine, Birleşik Krallığı’n Yasadışı Gruplar (UK Proscribed Group) listesine, Avustralya’nın, Kanada’nın, Avrupa Birliği’nin ve Rusya’nın Tanımlanmış Gruplar (Specified Groups) listelerine dâhildir.

ASALA terör örgütü amaçlarını, işgal altında olduğunu iddia ettikleri Ermeni topraklarını kurtarmak; birleşik demokratik ve sosyalist bir Ermenistan kurmaktır. Topraklarına döndüklerinde, Ermeni halkına en azından kendi kararını belirleme hakkının tanımasını sağlamak ve “sözde katliamın” tarihi bir gerçek olarak Türkiye tarafından kabulünü temin ettirerek, Türkiye’yi bu sebeple tazminat ödemeye mahkûm etmek olarak bildirilerinde açıklamıştır (Karaş 2007). ASALA’nın ilk terörizm olayı 22 Ekim 1975’te Viyana’da Türkiye’nin Avusturya Büyükelçisi Danis TUNALIGİL’in öldürülmesi ile başlamaktadır. 24 Ekim 1975’te Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail EREZ ve makam şoförü Talip ŞENER öldürülmüştür ve saldırıyı ASALA üstlenmiştir.

3.3.2 Türkiye’de sağ - sol ideoloji terörü

Dünya literatürüne sağ - sol kavramlarının girişi Fransız ihtilaline kadar dayanmaktadır. Fransa’da “Anayasa Dostlar Cemiyeti” üyeleri olan Jakobenler, Fransız İhtilali’nden sonra Fransız Meclisinin sol tarafını kendileri için mekân seçmişlerdi. Bu milletvekilleri meclisin sağ tarafında oturan vekillere nazaran daha devrimci idiler. Eski rejimden kalan her şeye karşı çıkıyor ve yıkılmasını istiyorlardı ve yapılacak reformlar için gerekirse şiddet kullanılabileceğini savunuyorlardı. İşte bu milletvekillerine meclisin sol tarafında oturdukları için “Solcu” adı verildi. Fransa da kullanılmaya başlayan bu tanımlama daha sonra bütün dünyada kullanılmaya başladı (Demirel 2003).

Türkiye’nin hâkim olduğu coğrafyada ilk “Solcu” örgütün kurulması Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1875 yılına rastlamaktadır. İstanbul Tophane savaş sanayi fabrikaları isçilerinin oluşturduğu bir grup Amele-i Osmanlı Cemiyeti adı altında gizli bir örgüt kurmuşlardır. Örgüt kuruluşundan 1 yıl sonra kapatılarak üyeleri 7 ile 9 yıl arasında hapis ve sürgün cezasına çarptırılmıştır. 10 Eylül 1920’de Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de kurulan genel başkanlığını Mustafa Suphi’nin, genel sekreterliğini ise Ethem Nejat’ın yaptığı Türkiye Komünist Fırkası kurulana kadar kısa süre faaliyet gösteren çeşitli isimlerle örgütlenmişlerdir.

Türkiye Komünist Fırkasının gayesi kısaca Kurtuluş Savaşı esnasındaki kaos ortamından yararlanıp, Türkiye’de sosyalist bir idare kurarak, Türkiye’yi Komünist Rusya’ya bağlamaktı. Mustafa Suphi fırkanın açılış konuşmasında “Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu yalnız Türkiye için değil bütün doğu halkları için önem taşıyor. Düşmana karşı zafer kazanmak için komünist hareketin saflarının birliği şarttır. Dünyanın bütün komünist hareketlerinin tek bir merkeze bağlanması zorunludur. Bizce bu merkez Rusya Komünist Partisi’dir.” olarak demeç vermiştir.

1961 Anayasası hak ve özgürlükleri genişletmesi ile birlikte Marksist-Leninist ideoloji hız kazanarak Marks Lenin Tito ve Che Guevera gibi ideoloji liderlerinin kitapları Türkçeye çevrilmiş ve birçok yazar da Komünizm ve Sosyalizm içerikli eserler kaleme alarak taraf toplamaya başlamıştır. Bu faaliyetler 1970’li yıllarda baş gösterecek olan sol ideolojik terör örgütlerinin de temelini oluşturmaktadır. Bu dönemde Türkiye Komünist Partisi yeniden güçlenme çalışmalarını sürdürürken diğer yandan yasal alanda TKP’de faaliyet gösteren kadroların öncülüğünde isçi sendikaları, öğrenci ve öğretmen kuruluşları oluşturulmasına çalışılmıştır. İleride bünyesinden birçok yıkıcı sol örgütü çıkaracak olan Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun temeli de bu dönemde atılmış ve ilk olarak 3 Ocak 1956 tarihinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde kurulan Fikir Kulübü ile başlamıştır. Daha sonra değişik üniversitelerin bünyelerinde kurulan 76 kulüp, 16 Aralık 1965’de resmen Fikir Kulüpleri Federasyonu adı altında birleşmiştir. İstanbul, Ankara ve İzmir’de genel sekreterlikler halinde örgütlenen Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu ele geçiren Mihri Belli ve Ankara Hukuk Fakültesi asistanlarından Doğu Perinçek, FKF’nin adını Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) olarak değiştirmiştir. DEV-GENÇ tam anlamıyla aşırı sol ihtilalci metotlarla örgütlenmiş birçok kurum içerisinde işgal konseyleri kurmuş bu arada her türlü konuyu istismar eden bildiriler yayınlayarak gençliğin ilgisini çekmeyi başarmıştır. 1965-1966 yıllarında FKF’nin yüksekokullarda ve üniversitelerde masum öğrenci istekleri olarak başlayan eylemler 1968-1969 yıllarında dersleri boykot etme sınavlara girmeme şeklinde devam etmiştir. Boykotlardan sonra kamuoyundan istediği ilgiyi göremeyen örgüt kendini kamuoyuna güçlü göstermek için şiddet ve terör eylemlerine yönelmiştir (Demirel 2003).

Bu dönemde Dev-Genç içerisinde baş gösteren fikir ayrılıkları sonucunda art arda bölünmeler yaşanmaya başlamıştır. İlk önce Mihri Belli, Yusuf Küpeli ve Mahir Cayan ile birleşmiş, fakat daha sonraları Mahir Cayan ve arkadaşları Mihri Belli ’den ayrılarak Türkiye Halkın Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP/C) örgütünü kurmuştur. Yine bu dönemde Doğu PERİNÇEK ve arkadaşları da Dev-Genç’ten koparak, Türkiye İhtilalci İsçi Köylü Partisi (TIIKP) örgütünü kurmuştur. Daha sonra Deniz Gezmiş de arkadaşları ile birleşerek Türkiye Halkın Kurtuluş Ordusu (THKO) örgütünü kurmuştur. Kökleri Fikir Kulüpleri Federasyonu’na dayanan bu örgütler özellikle 1970’den sonra yasadışı eylemlere girişmişlerdir. Devletin bütünlüğünü ciddi bir şekilde tehdit etmeye başlamışlardır. Bu tehdidin ortadan kalkması için 12 Mart 1971’de verilen muhtıra ile terör örgütlerine karşı sert tedbirler alınmıştır. THKO üyeleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan yakalanarak yargılandı ve bunlara verilen idam cezaları infaz edilmiştir. Mahir Cayan grubunun bir kısmı ölü bir kısmı sağ olarak ele geçirilmiştir. Böylece sol terör olarak nitelendirdiğimiz hareket eski gücünü büyük ölçüde yitirmiştir (Demirel 2003).

Bu dönemde sol görüşlü grupların faaliyetlerine karşı sağ görüşlü gruplar da tepkisel olarak 1973 yılından itibaren hızla örgütlenmeye başlamışlardır. Fakat bu dönemde sağ kesimde sol görüşlü gruplarda olduğu gibi illegal herhangi bir örgütlenmeye girilmemiştir. Bununla birlikte Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO), Türk İntikam Tugayı (TIT), Türk Yıldırım Komandoları (TYK) gibi çeşitli illegal grup isimleri ortaya çıkmıştır. Fakat bunların özelliği bir örgütlenme olmayıp eylemler sonrası kullanılan isimler olmasıdır. Yine sağ gruplar arasında değerlendirilen Akıncılar Derneği’ne bağlı bazı gruplar bu dönemde legal ve illegal alanda örgütlenme faaliyetlerinde bulunmuşlardır (Önal 2010).

Terör, 12 Mart Muhtırasından sonra yasadışı gruplara karşı düzenlenen operasyonlarla ivme kaybetmiş, 1974’te çıkan af ile tekrar tırmanışa geçmiştir. Genel af ile cezaevlerinden çıkan teröristler artık daha tecrübe sahibi olmuşlar, fakat bu dönemde Marksist - Leninist hareketlere karşı sağ kesimin de örgütlenmesi ile Türkiye bir sağ-sol çatışmasının içine çekilmiştir. Neticede siyasî iktidarın ülkedeki huzur ve güveni sağlayamaması 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine sebebiyet verdi. Sağ ve sol grupların mensupları yargılanarak cezalandırılmıştır. 1980’den sonra sağ gruplar faaliyetlerine son verirken sol gruplar da 1990’a kadar herhangi bir eylemde bulunmamışlardır. Son dönemde sol gruplardan DHKP/C MKP ve MLKP grupları pek etkin olmamakla birlikte bomba koyma, pankart açma gibi eylemlerde bulunmuşlardır (Demirel 2003).

3.3.3 Türkiye’de din eksenli terör

Din ve terör kelimelerinin yan yana kullanılması, ilk bakışta çelişkili gibi görünse de aslında bu yeni bir birleşen değildir. Bilinen tarih boyunca uygarlıklar ve içinde barındırdıkları dini inançlar, insanların başka insanları öldürmek için kullandıkları bahanelere vesile olmuşlardır. Pagan inanışların insan kurban etme törenlerinden haçlı seferlerine, yeni hayat alanları bulmak için başlanılan sömürge (istila) hareketlerinden, özellikle tek Tanrılı dinlerde görülen kanlı mezhep kavgalarına kadar devam eden bu süreçte insanlar, dini inançlarını gerekçe göstererek, karşı gruptan gördükleri insanları büyük bir arzu ile öldürmüşlerdir (Akalın 2009).

İslam toplumu içerisinde kökleşen mezhep ayrılıkları ve çekişmeler ile zamanla birbiri ile kavga eder ve kendi görüşünün üstünlüğünü karşı tarafa kabul ettirmek, iktidarı ele geçirmek ya da toplumda sesini duyurmak amacı ile çeşitli terör eylemlerinin yapılması mubah sayılmaya başlanmıştır. Eylemlerde ilgili ilgisiz sivillerin ölmesi sözde “din” adına yapılan mücadelenin gerekleri olarak gösterilmeye çalışılmıştır.

Sözde din uğruna girişilen öldürme eylemlerinin en kötü yanı da, bu ölümlerden kimsenin kendisini vicdanen sorumlu görmemesi, hatta işlediği bu cinayetler sebebi ile Yüce Allah’ın kendisinden razı olacağını düşünmesidir. Yüce Allah yolunda savaşmak elbette yine onun kitabı ve rehberi olan Yüce Kur’an’da yer alan bir emirdir. Ancak, bu kural referans gösterilerek, ilgili ilgisiz tüm insanlara hatta kendi dindaşlarına karşı Cihat ilan ederek onları acımasızca öldürmek, adil değildir. Bu; her zaman olduğu gibi insanın yaratılışında var olan öldürme duygusunun bir şekilde kılıfına uydurulmasıdır (Akalın 2009).

Türkiye’de teröre kaynak oluşturan dini ideoloji kavramı farklı bir yapı oluşturmaktadır. 1979 İran İslam Cumhuriyeti devriminden sonra dünyada ve Türkiye’de radikal gruplar ve kişiler arasında dinin bir idare sistemi olarak devrim aşamasıyla gerçekleştirilebileceği inancı oluşmaya başlamıştır. Ortadoğu ve İran kökenli yazarların eserlerinden etkilenme radikal fikirlerin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu eserlerin Türkçeye çevrilmesi Türkiye’de 1980’lerde radikal düşüncenin gelişmesine, 1990’larda da radikal grupların şiddete yönelmesine etki etmiştir. Böylece başta Hizbullah olmak üzere İslami Hareket Örgütü gibi dini ideolojiyi temel alan terör örgütleri temel fikrini Şii dünyasındaki yazar ve düşünürlerden aldıkları yeni bir din anlayışını Türk toplumuna taşımaya başlamışlardır.

Hizbullah: Hizbullah sosyal bir olgudur: Onu marjinal ve geçici bir terör çetesi olarak görmek çok vahim bir hata olacaktır. Tam aksine Hizbullah’ı küçümsememek ve ciddiye almak gerekir. Hizbullah, Güneydoğu’nun İslami duyarlığı coğrafyasında ortaya çıkmış, dünya çapında İslamcı hareketlerin yükselişine paralel olarak güçlenmiş, uzun bir süre İran’daki İslami rejimden maddi ve manevi destek almıştır. Türkiye’nin Kürt sorununu çözememesi ve devlet ile PKK arasındaki çatışmanın yıllarca sürmesinden beslenmiş yaygın bir kitle tabanına ve yediği bütün darbelere rağmen çok sayıda üye ve sempatizana sahip bir örgüttür. Öte yandan, yaklaşık 30 yıllık bir tarihi bulunan Hizbullah çok zengin bir siyasî faaliyet tecrübesine sahiptir (Çakır 2007).

Hizbullah Terör Örgütü 1979 İran devriminden sonra 1979 – 1980 yıları arasında Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu tarafından Diyarbakır’daki Abdulvahap Ekinci’nin sahip olduğu Vahdet kitapçısındaki toplantılar ile oluşmaya başlamıştır. 1981 yılında Fidan Güngör, Menzil kitapçısını yeniden faaliyete geçirirken, 1982 yılında Hüseyin Velioğlu İlim kitapçısını kurmuşlardır. Bu kitapçılarda satılan radikal kitap ve eserlerden etkilenen kişiler bir araya gelerek küçük gruplar oluşturmaya başlamışlar ve bu şahıslar tarafından Hizbullahi düşüncenin ilk temelleri atılmıştır.

Hizbullah terör örgütünün amacı, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni yıkarak, yerine şeriat hükümlere dayalı bir devlet kurmaktır. Yasadışı örgüt üst düzey sorumlularının, özellikle ilk kuruluş yıllarında İran’a gittikleri ve burada askeri ve siyasi eğitim aldıkları bilinmektedir. Ancak Hizbullah terör örgütünün Lübnan Hizbullah’ı ile direkt bir ilişkisi tespit edilememiştir. Hizbullah terör örgütü bombalama, adam öldürme, yaralama, fidye ve haraç alma, adam kaçırma, sorgulama, infaz, molotof kokteyl atma, kundaklama, gasp, soygun, bıçaklı-satırlı-silahlı saldırı darp ve tehdit türü eylemler gerçekleştirmektedir (Anonim 2017f). Hizbullah yaptığı eylemlerde dost ve düşmanlarınca anlaşılabilmesi için genelde Takarov marka tabanca ile enseye sıkılan tek mermiyi belirteç olarak seçmişlerdir (Demirel 2001).

Zaman içerisinde liderlik meselesi, Kürtçülüğe bakış açısı, PKK ile çatışmaya girip girmeme durumu, cihat aşamasına gelinip gelinmediği gibi meseleler nedeni ile Vahdet Kitapevinde bölünme yaşanmıştır. 1987 yılında İran İslam rejimi etkisi altında Molla Mansur Güzelsoy ve Fidan Güngör liderliğinde, tebliğ stratejisini benimseyen grup Menzil kitapevi etrafında örgütlenmiştir. Hüseyin Velioğlu ise eylem yoğunlaşması ile tebliğ, cemaat ve cihat stratejisi ile ilim kitapevinde örgütlenmiştir. Böylece grup ikiye bölünmüştür.

Hizbullah’ın genel kamuoyu tarafından duyulması 1991 sonlarında PKK ile çatışmasıyla oldu. Savaşı başlatan PKK’ydı. O ana kadar birçok solcu, Kürtçü ve İslamcı grubu Güneydoğu’dan kovmuş ya da etkisizleştirmiş olan PKK’ya göre Hizbullah, devletin bölgedeki son kozlarından biriydi, yok edilmesi gerekiyordu. Büyük çoğunluk bu savaştan PKK’nın galip çıkacağına kesin gözüyle bakıyordu. Hâlbuki karşısında, neredeyse kendisini taklit eden, “tağuti” olarak gördüğü rejime karşı kıyıma geçmek için diğer tüm muhalif grupları ortadan kaldırmayı ilke edinmiş ciddi bir yapılanma vardı. Hizbullah, PKK’lı veya destekçisi olduğuna inandığı kişilere, okullarda ve sokak aralarında sopalar ve satırlarla saldırdı; örgüt infazları genellikle sabah erken saatlerde Makarov veya Takarov marka tabancalarla, enseden tek kurşun sıkma suretiyle gerçekleştirildi. Bu dönemde Hizbullah, yalnızca PKK üyesi veya sempatizanlarına değil, bölgedeki diğer sol hareket mensuplarına, gazetecilere, “İslâm’a uygun yaşamadığını” düşündüğü veya hırsızlık, zina ve fuhuşla itham ettiği kişilere de saldırdı. Hizbullah, “Partiye Kâfirin Kürdistan” (Kürdistan Kâfirler Partisi) diye adlandırdığı PKK’nın kendisine yönelik her eylemine üç katı ile karşılık vermeyi prensip edinmişti. Çatışma 1993 yılında en yüksek düzeyine ulaştı. 1991-1995 arasındaki çatışmaların bilançosu PKK’nın hesaplarının hiç de tutmadığını gösteriyordu. Resmi bir raporda da belirtildiği gibi PKK’nın kayıpları beklenenin ötesindeydi: “Bu dönemde her iki taraftan 700’e yakın sempatizan ve militan öldürülmüştür. Bu eylemlerin 500 kadarının yasadışı Hizbullah/İlim örgütü, 200 kadarının ise PKK terör örgütü tarafından gerçekleştirildiği değerlendirilmektedir. ”Sonuçta Güneydoğu’daki il ve ilçe merkezlerinde korku ve dehşet hâkim oldu. Diyarbakır, Batman ve Mardin il merkezleriyle bölgenin önde gelen birçok ilçesinin merkezinde sokak hâkimiyeti Hizbullah’ın eline geçti; çok sayıda esnaf, serbest meslek sahibi, öğrenci ve öğretmen bölgeyi terk etti (Çakır 2007).

İslamiyet’in Şii (Şia) mezhebinden beslenen Hizbullah kuruluş yılları İran devrimi sonrası döneme denk gelmektedir. Bu dönemde özellikle Humeyni ile beraber kurulan yeni sistemdeki İran’ın Şii retorikleri, örgütün kuruluş yıllarında önemli ölçüde tesir etmiş ve örgüt bütünüyle Şii bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu noktada velayet-i fakih kurumuna olan bağlılıklarını 1985 yılındaki açık mektuplarında ifade etmişler ve emperyalizme karşı dini referansların motive ettiği bir söylem içerisinde bulunmuşlardır. Bu noktada müntesiplerini motive ve provoke etmek için cihatçı bir söyleme bürünmüşler ve bu cihatlarını İsrail ve emperyalizme karşı yapacaklarını ifade etmişlerdir. Bunun yanında Lübnan’da özellikle Hıristiyanların hegemonyası altında bulunan hükümet ile de önemli ölçüde problemleri olmuş, bunu da söylemlerine yansıtmışlardır.

 İlimciler, kısa süre öncesine kadar aynı çatı altında hareket ettikleri Menzil grubuyla çatışmaya giriştiler. İlginç olan her iki grubun da, ideolojik ve lojistik nedenlerle İran rejimiyle iyi geçinmeleri, organik ilişki içinde olmalarıydı. İçlerinden Menzil, açık bir şekilde Tahran’a biat edip “İran’dan çok İrancı” davranışlar içine girerken, İlimciler, İrancılıktan çok Humeynici bir çizgi tutturmaya, Tahran’la aralarına hep belli bir mesafe koymaya çalışıyorlardı (Çakır 2007).

Küçük bir Kürtçü-Nurcu bir grubun lideri olan İzzettin Yıldırım ve arkadaşlarının kaçırılmasıysa Hizbullah için sonun başlangıcı oldu. 1946 Ağrı Patnos doğumlu olan Yıldırım Güneydoğu medreselerinde yetişmiş ve 1980 ortalarında Zehra Vakfı’nı kurmuştu. Bu grup Kürt davasına yakın olmakla birlikte PKK ve Hizbullah’a mesafeliydi. Ne karşılarında ne yanlarında oldu. Fakat Yıldırım’ın, Hizbullah’ın önce PKK yanlılarına, sonra diğer İslâmcılara saldırmasına karşı çıktığı biliniyordu. Yıldırım bir grup İslâmcı aydının çıkardığı “Yeni Zemin” dergisine destekleyici olarak, sivil toplumcu, liberal bir İslâmcılığın yeşermesine de katkıda bulunmuştu (Çakır 2007).

Hizbullah Velioğlu’nun misillemesini yapmak için Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ve beş korumasını 24 Ocak 2001’de katletmişlerdir. Güvenlik güçleri Türkiye’nin dört bir yanında operasyonlar düzenleyerek Ali Gaffar Okkan cinayetinin faillerinin neredeyse tümünü etkisiz hale getirmişlerdir. Hizbullah örgütünün üst düzey kadrolarının büyük bölümü yakalanmış, ilişkisi tespit edilen yüzlerce kişi cezaevlerine gönderilmiş, çok sayıda Hizbullah üyesi yurtdışına kaçmayı başarmıştır. Bu yoğun dalganın ardından Hizbullah geri çekilmiştir. ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından ilân ettiği “dünya çapında teröre karşı savaş” stratejisi ile Silahlı eylemlerine geçici olarak son vermiş ve yoğun bir iç tartışma sürecine girmişlerdir. Hizbullah, toparlanma sürecinde uluslararası güçlerin hedef tahtasına yerleştirilmek istemiyorlardı, PKK’nın hep gündemin ilk sırasında olmasından da istifade edip kendilerini iyice unutturmuşlardır.

İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi ( İBDA-C): Sol terörde olduğu gibi, zaman içinde Türkiye’de çok sayıda dini motifli terör örgütleri kurulmuştur. Bunlardan biriside dini esaslara dayanan, Şii grupları reddeden, Sünni düşünceyi temel alan İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA/C) silahlı eylemi benimsemiştir. İBDA/C yapılanmasının gereği olarak, örgüt mensupları arasında hiyerarşik bir irtibata girmeksizin bağımsız yapılanmaktadır. İBDA/C örgütünün eylem ve faaliyetleri bağımsız hücreler eliyle gerçekleştirilip yürütülmektedir (Güngör 2010).

İBDA-C Salih Mirzabeyoğlu tarafından Necip Fazıl’ın 1940 ve 1980 yıllarında çıkarmış olduğu Büyük Doğu dergisinin yazarlarının fikirlerini temsilen 1970 yılında Akıncılar dergisinin çerçevesinde kurulmuş bir örgütlenmedir. Salih Mirzabeyoğlu 15 yaşında olduğu sıralar da Necip Fazıl’ı tanımış hemen ardından Nakşibendî tarikatının bir üyesi olmuştur. Mahir Çayan’ın parti-cephe ideolojisi bu örgütte benimsenmiş, politikleştirilmiş askeri savaş (PAS) tekniği benimsenmiştir. İdealizm - Ruhçuluk: Varoluşun ruhtan başladığı yönünde ki inançtır. Keyfiyetçilik: Hakikat olan tek bir nedeni çoğunluğa bütünlemek anlayışa göre hakikat çok da değil tektedir. Şahsiyetçilik: Şahsiyet sınıfının üstünlüğüne inanma anlayışıdır. Ahlakçılık: Ahlaklı birey her şeye sahip ahlaktan mahrum birey hiçbir şeye sahip değildir mantığıdır. Milliyetçilik: Bizden olmak için nereden geldiği önemli değil bizim fikirlerimize ters düşmemesi önemli anlayışıdır. Sermaye ve mülkiyette tedbircilik: Mülkiyet hakkını sınırlandırıp sermayenin toplum lehine kalıcılığına inanan bir anlayıştır. Cemiyetçilik: Toplum adına her şey mubahtır fikri. Nizamcılık: Disiplin. Müdahalecilik: İnsan ve tarih konularına gerektiğinde hamle yapıp saf tutmak olarak kendine 9 ilke belirlemiştir. En kanlı eylemi Madımak Olayı, olarak bilinen 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin yakılması olayıdır. Madımak olaylarında Nesimi Çimen ve Muhlis Akarsu’nun da bulunduğu 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmiştir. Genel olarak İBDA-C örgütü İslam devleti kurmak adına Necip Fazıl’dan feyiz alınarak Mahir Çayan’ın PAS tekniğini kullanarak Nakşibendî tarikatı üyesi olan Salih Mirzabeyoğlu tarafından oluşturulmuş bir örgüttür (Anonim 2017h).

3.3.4 Türkiye’de bölücü (ayrılıkçı) terör

Doğu ve Güneydoğu Bölgesindeki sorunların tarihi kökleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflayıp, gücünü kaybettiği Dünya ülkelerinin Osmanlı Devletini hasta adam olarak gördüğü 19. yy.de dönemin büyük devletleri olan Fransa, İngiltere, Rusya gibi Osmanlı toprakları üzerinde emelleri olan devletlerin, amaçlarına ulaşabilmek için gerçekleştirdikleri faaliyetlere kadar uzanmaktadır. Osmanlı devleti döneminde Şark meselesi olarak adlandırılan konu, Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde, her türlü etnik ayrımcılığı körükleyerek parçalanmasını sağlamak ve Mezopotamya topraklarını paylaşmaktan ibarettir. Tarih boyunca bu topraklar paylaşılamayan uğruna savaşlar yapılan bölgelerdir. Türkiye’nin mücadele ettiği etnik kökenli ayrılıkçı terör örgütü PKK’nın temelleri Osmanlı imparatorluğunun yıkılış dönemine kadar dayanmaktadır.

İngilizlerin Kürt meselesi ile ilgilenmelerine dikkati çeken yazar Toynbee, “İngilizler, Musul'u işgal ettikleri andan itibaren Kürt milliyetçiliğini teşvike başlamışlardır.” derken bir gerçeği belirtmektedir. Ancak, İngilizlerin Kürtler ile ilgilenmeleri ve Kürt Milliyetçiliğini teşvik etmeleri çok öncelerden baslar. Örneğin; resmen bir Kürt Devleti’nin kurulması fikri, Paris Konferansında tartışılmıştır. Kürdistan yaratma çabalarının bas aktörü ise burada, Loyd George olarak görülür. Bu çabalar sonundadır ki, 30 Ocak 1919 tarihinde alınan Konsey kararında söyle bir bölüme de verilmiştir: “... Ermenistan, Suriye, Mezopotamya ve Kürdistan, Filistin ve Arabistan, Türk İmparatorluğu’ndan tamamen ayrılmalıdır...”238 Bölge üzerindeki bu ve benzeri oyunlar hiç duraksamadan devam etmiş ve bölge halkının bir kısmı, potansiyel olarak siyasal şiddet eylemlerinde kullanılmak için müsait bit kitle olarak tutulmaya çalışılmıştır (Atar 2005).

Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Kuruluşu ve Etkileri, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında yürürlüğe giren 1961 Anayasası ile Türkiye’de oluşan özgürlük ortamı ile sol akımlar ortaya çıkmıştır. Siyasi zeminde örgütlenme şansı bulamamış olan Siyasal Kürt hareketi için bir fırsat yaratmıştır. Musa Anter tarafından çıkarılan İleri Yurt gazetesi bu açıdan önem kazanmıştır. Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmasıyla Kürt milliyetçiliği artı yönde ivme kazanmıştır. Birçok Kürt ve Kürt hareketine destek veren vatandaş TİP bünyesinde aktif siyasete girmişlerdir.

Türkiye’nin Doğusunda uygulanmaya başlayan Askeri operasyonlar bu bölgede yapılması gereken ekonomik ve eğitim yatırımlarının yetersiz kalmasının Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesinin nedenini oluşturmaktadır. TİP liderliğinde 1967 yılında 16 Eylül’de Diyarbakır, 24 Eylül’de Silvan, 1 Ekim’de Siverek, 8 Ekim’de Batman, 15 Ekim’de Tunceli, 22 Ekim’de “Doğu Mitingleri” organize edilmiştir. Başlayan gösteriler, Kürt milliyetçiliği ideolojisinin geliştiğinin göstergesi olmuştur. Bu dönemde 23 Mayıs 1971’de Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) kurulmuştur.

Abdullah Öcalan önderliğinde 1976’da Ankara’da küçük bir gruplaşma olarak PKK kurulmuştur. Hilvan-Siverek bölgesinde 1978 yılından itibaren bazı aşiretlerle kendisi dışındaki solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurmuştur. O dönemde “Apocular” veya “UKO’cular” (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak bilinen ve Siverek’teki Bucak aşiretine karşı silahlı eylemlerde örgüt mensuplarının giydiği ayakkabılar nedeniyle “Mekaplılar” diye adlandırılan terörist grup, Diyarbakır’ın Lice ilçesi Fis Köyünde 27 Kasım 1978’de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin ismini PKK olarak belirlemiştir.

PKK, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayanların Türk ırkından olmadığını ayrı bir ırk olduğunu savunmaktadır. Doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayan halkın dil ve kültürünün asimile edildiğini savunarak Türk devleti tarafından sömürüldüğünü empoze etmeyi hedeflemektedir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerini kapsayacak şekilde İran, Irak ve Suriye toprakları üzerinde bağımsız birleşik demokratik Kürdistan devleti kurmayı hedeflemektedir. Abdullah Öcalan öğrencilik yıllarında ulusal sorunun silahlı mücadeleyle çözülebileceği fikrini savunarak, faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. PKK, Türkiye’deki sol örgütlerin Kürt Sorununa yaklaşımlarına ve çözüm önerilerine bir tepki olarak ortaya çıksa da, Marksist söylemden kopmamıştır. Ancak örgüt, ilk oluşumundan itibaren önceliğini Kürt ulusal bilincinin oluşturulmasına vermiştir.

Türkiye’nin çok uzun süre içinden çıkamayacağı karanlık günlerin başlangıcı 12 Eylül 1980 tarihi oldu. Darbeyle beraber başlayan baskı rejiminden Kürt hareketi de nasibini aldı. Çok sayıda Kürt vatandaş yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Suriye’ye gidenler Filistin eğitim kamplarına katıldı, Avrupa’ya iltica edenlerse üniversiteler ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla Kürt Sorununu Batı’ya anlatmaya başladı. Geride kalanların pek çoğu ise dönemin baskılarının simgesi haline gelen Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeydi. Böyle bir dönemde PKK da, çoğu yasadışı örgüt gibi Türkiye dışına çıktı. 12 Eylül’den kısa bir süre önce Şam’a yerleşen Öcalan, örgütü buradan yönetmeye başladı (Anonim 2017g).

Dünyanın değişik bölgelerinde Sol fraksiyonlu akımlar, siyasal şiddet eylemlerini, etnik bir yapıya yaslamak suretiyle daha fazla etkin olmayı hedeflemişlerdir. Aynı yöntem 1980’den sonra ağırlıklı olarak PKK ismiyle Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşayan, Kürt kökenli nüfusun haklarını savunmak adıyla yola çıkan, Marksist-Leninist terör örgütü PKK tarafından kullanılmıştır. Genel olarak bölücü terör hareketleri, meşruiyetini ve haklılığını sağlamak için fazla ideolojik yorumlara girilmesine ihtiyaç duymamaktadır. Hareketin altında sağ veya sol bir ideolojinin bulunması; Sosyalist, dini veya etnik eğilimlerin ön plana çıkarılmasının ehemmiyeti bulunmamakta olup, ideolojik tercih terör örgütünün faaliyetlerine her bakımdan destek sağlama noktasında önem taşımaktadır.

Darbenin Kürt hareketine yönelik tasfiye amacı sosyalist harekete uyguladığı tasfiye kadar başarılı olamadı, aksine Kürt hareketi darbe sonrası toparlandı. Özellikle Diyarbakır Cezaevi’nden çıkanların kitlesel olarak PKK’ya katılarak dağa çıktığı bir süreç yaşandı. Filistin kamplarında eğitimlerini tamamlayarak Suriye’den Türkiye sınırını geçen örgüt üyeleri Adıyaman, Sason ve Dersim’e yerleşerek örgüte vurucu bir güç kazandırdı (Anonim 2017g).

Suriye’de yapılan PKK 1. Konferansı 15-25 Temmuz 1981 tarihinde 60 civarında örgüt mensubu katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Konferans PKK’ya tahsis edilen Helve Kampı’nda yapılmış, dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad tarafından Kürdistan Demokrat Partisi’nden (KDP) alınan izinle de, örgüt Kuzey Irak’a yerleşmiştir. KDP lideri Mesut Barzani önce Türkiye’den çekinerek bu teklifi reddetmek istese de, Esad’ın baskıları sonucu kabul etmek zorunda kalmıştır. Böylece PKK 1981’de Kuzey Irak’a ilk adımı atmıştır.

PKK Eylemleri: 12 Eylül döneminde açılan davanın iddianamesinde 12 Eylül 1980’e kadar 213’ü sivil 243 kişiyi öldürdüğü belirtilen PKK terör örgütü, bu dönemde yakalanmayan kadrolarını Filistin, Lübnan ve Suriye’ye çekmiş ve daha sonra Kuzey Irak’ta üstlenmiştir. PKK, ilk büyük eylemini 15 Ağustos 1984’de yapmıştır. Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçesini basan teröristler, karakollara ve askeri lojmanlara saldırmışlardır. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yapmış ve daha sonra da Kuzey Irak’a dönmüşlerdir. PKK’nin Türkiye’de gerçekleştirdiği eylemler kronolojik sıraya göre Ek 2 de belirtilmiştir (Anonim 2018c).

Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü olay, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmemiştir. Son birkaç yıldır zaman zaman ve yer yer görülen vur-kaç eylemlerinden biri sanılmıştır. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı almıştır.

15 Ağustos 1984 yılında Şemdinli-Eruh baskınını ilk duyuran 18 Ağustos’ta Hürriyet Gazetesi olmuştur. “Güneyde Operasyon” sürmanşetini kullanan Hürriyet Gazetesi, o tarihte gerçekleştirilen baskına gazetede geniş yer vermiştir. Şemdinli baskınında ağır yaralanan Astsubay Memiş ARIBAŞ, olaydan 5 gün sonra yaşamını yitirirken, Eruh’a yapılan saldırıda ise er Süleyman AYDIN, şehit olmuştur (Anonim 2017k).

1984 – 1990 yılları arasında PKK eylemlerini genellikle bölgede yaşayan, kadın çocuk genç ihtiyar gözetmeksizin Kürt kökenli halka yaparak halkın korkutularak sindirilmesi ve örgüte yardım etmeye zorlanması amacı ile yapıldığı anlaşılmaktadır. 20 Haziran 1987 - PKK, Pınarcık Köyü katliamını gerçekleştirdi. Mardin’in Ömerli ilçesindeki saldırıda 6’sı kadın, 16’sı çocuk 30 kişi öldürülmüştür. PKK lideri Öcalan, eylemin ardından “Öldürelim, otorite olalım” açıklamasını yapmıştır. 1990 yılların başlarında yapılan eylemlerde ise Kamu görevi yürüten Mühendis ve öğretmenler hedef alınmıştır.

Çevrimli Katliamı olarak bilinen Şırnak’ın Güçlükonak ilçesinin Çevrimli Köyüne PKK militanları tarafından 11 Haziran 1990 tarihinde yapılan silahlı saldırıda 12’si çocuk, 7’si kadın 27 kişi öldürülmüş, 6 kişi yaralanmıştır. PKK’lılar ile çıkan çatışmada 4 korucu yaşamını kaybetmiştir.

Hakkâri’nin Çukurca ilçesi yakınlarındaki 3 jandarma karakoluna 25 Ekim 1991 tarihinde PKK militanları tarafından saldırı düzenlenmiştir. Saldırıda 17 asker yaşamını yitirmiştir. Bu olayın üzerine sınır ötesi harekât başlatılmıştır. Bu eylem PKK’nın güvenlik güçlerine ağır kayıp verdiren ilk saldırısı olarak sayabilmek mümkündür. Bu tarihten sonra PKK güvenlik güçlerini hedef almaya devam etmiş, eylemleri daha çok güvenlik güçlerine ve kısmen halka korku salacak merkezlere yapmışlardır.

Çetinkaya Mağazası katliamı olarak bilinen eylemini 25 Aralık 1991 yılında gerçekleştirdi. Bu eylem Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin dışında yaptığı ilk eylemdir. İstanbul-Bakırköy, İstanbul Caddesi’nde izinsiz gösteri yürüyüşü yapan 40-50 PKK yanlısı Egebank, KİT, Arçelik, Emlak Bankası ve Çetinkaya Mağazası’na molotof kokteyli atmış, dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Çetinkaya’nın kardeşinin sahibi olduğu Çetinkaya Mağazası’nda çıkan yangında 7’si kadın 1’i çocuk 11 kişi yaşamını kaybetmiştir. 14 kişinin yaralı kurtulduğu olayla ilgili olarak 47 kişi yakalanmıştır. Bu olaydan sonra 22 Şubat 1992 yılında İstanbul Ticaret Odasına çanta içindeki saatli bomba ile saldırı düzenlenmiştir. Her iki olayda verilen mesajlar manidardır. Hem örgütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin dışına taştığını hem de Olağanüstü Hal Valisinin kardeşinin sahibi olduğu mağazaya yapılması örgütün güçlendiğini ve bölge halkını korkutarak ve sindirerek desteğini almaya başladığını göstermektedir.

PKK’nın bu eylemleri zaman içerisinde artarak ve hem bölge halkına hem de Türkiye Cumhuriyeti devletine varlığını ve etkinliğini göstermeye çalışmaktadır. Bölge halkının bir kısmını korku ve sindirme ile baskı altına almayı başarmış bir kısmına daha iyi bir gelecek vaatleri ile kandırmış küçük bir kısmı ise kendi istek ve arzuları ile PKK ya destek vermişlerdir.

Başarılı bir askeri seferberlik neticesinde, güvenlik güçleri, PKK’yı kontrol altına alabilmiş ve askeri anlamda stratejik etkilerini en aza indirgeyebilmiştir. Askeri mücadelede galip gelmekte atılan en son ve geç kalmış adım da Suriye ile 1998’de yürütülmüş olan kriz yönetimi olmuştur. Ankara, Şam’ı PKK’dan desteğini çektiğini duyurmaya mecbur bırakmak sureti ile düşük yoğunluklu çatışmayı askerî olarak kazanmıştır. Diğer taraftan bu düşük yoğunluklu çatışma içerisinde, PKK’nın bölge halkı üzerinde uyguladığı baskı ve şiddet sonucunda, aklı basında insanlar ve kanaat önderlerinin tepkisiyle karşılaşması, gerekse de güvenlik güçleriyle girişilen çatışmalar sonucu hareketin, 1995’lerden itibaren gittikçe kan kaybettiği ve nihayet 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla bölünme/kırılma/parçalanma devresine girdiği görülmektedir (Avşar 2009).

1996–1998 yıllarında örgüt, tüm çabalarına rağmen Türkiye’nin kararlı tutumu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) yurt içinde ve Irak’ın kuzeyine düzenlediği operasyonlar sayesinde istediklerini gerçekleştirememiş ve giderek zayıflamıştır. Silahlı mücadele ile başarı sağlayamayacağını anlayan örgüt siyasi mücadeleye ağırlık vermeye başlamıştır. Bu şartlar altında örgütün 5. Kongresi 15–25 Mart 1998’de gerçekleştirilmiştir. 1998 yılının sonuna gelindiğinde 1979 yılından beri Suriye topraklarında bulunan Öcalan, Türkiye’nin kararlı tutumu ile Suriye’den kovulmuştur. Öcalan Yunanistan, Hollanda, İtalya, Rusya gibi ülkelerden siyasi sığınma talep ettiyse de Türkiye’nin diplomasiyi iyi kullanması sonucu kabul görmeyerek, 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya’nın Nairobi Havaalanı’nda ele geçirilmiş ve Türkiye’ye getirilmiştir (Gücenmez 2014).

PKK, kurulduğu yıllar ile doğu bloğunun yıkılmasına kadar geçen sürede Marksist-Leninist bir çizgide kendisini tanımlarken, 1990’lı yıllardan itibaren dini ve etnik eğilimleri daha çok kullanarak kendini açıklama yolunu tercih etmiştir. 1980’li yıllarda aktif olan uluslararası terör örgütlerinde sol fikirlerin ağırlıkta bulunması, Doğu Bloğu ülkelerinin ayrılıkçı terör hareketlerini “Milli Bağımsızlık Savası” ile eş anlamlı tutarak desteklemeleri örgütün bu ideolojiye yakın durmasını sağlamıştır. Ancak Marksist ideolojiye dayalı SSCB gibi ülkelerin çöküşü ile birlikte yaşanan siyasal değişimler, ayrılıkçı terör örgütünü halkın ve diğer ülkelerin desteklerini alabilmek için din ve etnikliği daha yoğun kullanmaya yöneltmiştir.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün PKK terör örgüt suçlularının dosyaları üzerinde yaptığı araştırmaya göre suçlular arasında yüksekokul mezunlarının oranı % 11, lise mezunu % 16, ortaokul % 13, ilkokul % 39, okuryazar % 12 ve okuryazar olmayan % 9’dur. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ulaştığı oranlar bağlamında her ne kadar ilkokul mezunlarının terör örgütüne katılma oranı yüksek ise de, yüksekokul mezunları da önemsenmeyecek oranda değildir. Bu durum terör örgütüne katılma nedeninin eğitimsizlik olduğu kadar eğitim sistemindeki eksikliklerden de kaynaklandığını akla getirmektedir (Anonim 2018a).





Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar -- Sosyoloji Toplum bilimi , sosyoloji ders notları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder