Uğur Mumcu

Uğur Mumcu
Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor…

Gözden kaçanı, görülmeyeni, yok sayılanı, değer verilmeyeni, fark edilmeyeni fark ettirmek için...




30 Haziran 2023 Cuma

Hannah Arendt, Hayatı ve Düşünceleri


“Üzgünüm fakat karşı çıkmak zorundayım. Ben filozoflar camiasına dâhil değilim. Benim uzmanlık alanım, eğer öyle adlandırmak isterseniz, siyaset teorisidir.” 1964 yılında ünlü bir televizyon kanalında, Hannah Arendt’in gazeteci Günter Gaus’a verdiği cevap bu şekildeydi.

Johanna Cohn Arendt’in Marburg ve Heidelberg Üniversitelerinde çalıştığı konulardan uzaklaşmak için bu kadar çaba sarfetmesi biraz garip görünüyor. Alman üniversitelerinde bulunduğu sırada Arendt, Thinking without a Banister [Trabzansız Düşünmek] isimli kitabında, “Epistemoloji, estetik, etik, mantık ve benzeri alanlar bıkkınlık okyanusunda boğuldukları kadar çok aktarılmadılar.” diye yazmıştı. Akademik hayatın bu donukluğuna karşın o, alışılmadık bir konu olan “Aziz Augustinus ve aşk kavramı” üzerine tezini yazıp doktora derecesine ulaştı. Arendt aynı zamanda Princeton Üniversitesinde felsefe eğitimi veren ilk kadındı. Arendt’in tamamlanmamış eseri olan Zihnin Yaşamı (ölümünden sonra 1978 yılında yayımlandı), düşünme, irade gösterme ve karara varma fenomenlerinin analiziydi ve felsefi gözlemlerle doluydu; örneğin, Arendt bu kitapta, “Klişeler, basmakalıp sözler ve geleneksel, standartlaştırılmış ifade ve davranış biçimlerine bağlılığın, bizleri gerçekliğe, yani bütün olay ve olguların varlıklarını bizim düşünsel dikkatimize borçlu oldukları önermesine karşı koruyan toplumsal bir boyutu vardır.” [1] diye yazmıştı. Yine de parlak bir yayıncılık kariyeri ve onunla birlikte gelen parlak ödüllere rağmen, Arendt bütün akademik pozisyonları reddederek bir yayınevinin baş editörü ve bağımsız bir yazar olmayı tercih etti.

Bir düşünür olarak Arendt, ne Kant gibi bir sistem kurucusu ne de Hegel gibi bir metafizikçiydi. “Denken ohne Geländer” (Trabzansız Düşünmek) onun mottosuydu. Gençliğinde Søren Kierkegaard üzerine yaptığı okumaların ardından, Arendt’in içinde felsefe okuma isteği uyanmıştı. Tıpkı Danimarkalı varoluşçu filozof gibi, Arendt de kariyerinin başından sonuna kadar “insanlık durumu” ile ilgilenmişti, hatta yayımlanan 4. kitabı bu ismi taşımaktaydı.

Eylemlerde Düşünce

İnşaat mühendisi Paul Arendt ve siyasi aktivist Martha’nın tek çocuğu olan Hannah, Hannover’de doğdu. Kısa bir süreliğine, seküler Yahudi ebeveynleri ile birlikte, geniş Arendt ailesine asırlar boyunca ev sahipliği yapan Königsberg’e (şimdiki adıyla Kaliningrad) taşındı. Babasının frengi hastalığı yüzünden erken yaşta hayatını kaybetmesi, ailenin nispeten rahat olan yaşam koşullarını değiştirmemişti. Annesi Martha sosyalist düşünür Rosa Luxemburg’un fanatik bir taraftarı olmasına rağmen, kızının çalışmalarına destek olabilen varlıklı bir adamla evlendi.

Akıllı ve büyümüş de küçülmüş bir çocuk olan Hannah (ki her zaman bu şekilde çağrılırdı), biraz da ele avuca sığmayan biri olmuştu. 1920’li yıllarda sigara içen, kendine güveni tam olan bu genç kadın, Marburg Üniversitesindeki erkek çoğunluğunun arasından sıyrıldı. 20. yüzyılın tartışmasız en önemli teologlarından biri olan Rudolf Bultmann’ın gözetmenliğinde teoloji üzerine çalıştı. Bultmann, İncil hakkındaki seminerini takip etmek isteyen öğrenciler için zorlu şartlar belirlemişti ve öğrencilerin bu şartlara uyup uymadıklarını saptamak için bir görüşme düzenledi. Hannah bu durumu tersine çevirerek bu seminere katılmak için kendi şartlarını sıraladı. Bu önemli insan Hannah’nın taleplerini kabul etti. [2]

Arendt zamanla Klasik Yunanca ve felsefe alanlarında uzmanlaştı. Onun ilk felsefe öğretmeni, kendisiyle gizli bir romantik ilişki içerisinde olduğu varoluşçu filozof Heidegger’di. Birbirlerine gönderdikleri aşk mektupları o kadar özlem, duygusallık ve tutku doluydu ki, âdeta saf şiirler haline geldi. “Alnından ve gözlerinden öpüyorum” diye yazan Hannah’a, Heidegger de birçok mektubunda “Meine Liebste” [en sevdiğim] diye hitap ederdi. Âşık olduğunuzda en olağan ve alelade günlük işler bile aydınlanır ve bir neşe esintisi sizi alıp götürür. Hannah Arendt ve Martin Heidegger’in aşk mektupları bu minvaldeydi.

Arendt, Zihnin Yaşamı isimli eserinde Heidegger’in fikirlerinden büyük ölçüde faydalanmasına rağmen, ilk çalışmalarında ona atıfta bulunmak bir yana, ondan nadiren alıntı yaptı. Yine de mektuplarından anlaşıldığı üzere, yatak sohbetlerinin o esnada Heidegger’in geliştirdiği felsefe etrafında döndüğü ve bu sohbetlerin daha sonra Arendt’in düşünce dünyasının merkezini oluşturacağı açıktır. Varlık ve Zaman (1927) isimli eserinde Heidegger zihni dünyada bir seyirci olarak gören René Descartes’tan beri süre gelen Batı felsefesi geleneğinden kopmuştur. Heidegger’in analizinde, zihin ya da benlik (Dasein), onun felsefesinin simgesi olan neolojizmleri [3] kullanırsak, dünya-içinde-varlık ve ölüm-için-varlık olarak nitelendirilmiştir.

Dünyada var olmaya yönelik olan bu temel odak noktası, Arendt’in en felsefi eseri olan İnsanlık Durumu’nun (1958) arka planında yer almaktadır. Arendt bu eserde, insan varlığının üç karakteristik özelliği olan emek, iş ve eylemi, yani Vita Activa’yı [4] analiz etmiştir. Onun endişesi, hayatta kalmamızı sağlayan temel şey olan emeğe, iş ve eylem pahasına öncelik verilmesidir. Arendt’e göre diğer insanlarla birlik içinde olan “eylem”, insan varlığının en yüksek hâlidir. Onun her zaman idealleştirdiği Antik Yunan Uygarlığı imgesinin aksine, modern toplumlarda “eylem” artık yaratıcı düşünceyle ifade edilmemektedir ve “neredeyse sadece ‘yapma’ ve ‘imal etme’ terimlerine indirgenmiştir.” Arendt’in bu durumu hem üzücü hem de paradoksal bulduğu şu cümleden anlaşılabilir: “Bir dizi insan faaliyetinden emeğin çıkarılmasının artık ütopik olarak kabul edilemeyeceği noktaya kadar, çektiğimiz zahmeti hafifletmenin yollarını bulmakta yeterince usta olduğumuzu kanıtlamış olduk.”

Arendt’in bir sonraki önemli çalışması olan Devrim Üzerine (1963), bu fikirler üzerine inşa edilmiştir. Bu çalışmada Arendt, Fransız ve Amerikan devrimlerini birbirleriyle karşılaştırır. Birçok insan 1789 yılında gerçekleşen Bastille Baskını’nı ve onun ruhunu methederken, Arendt İngiliz İmparatorluğu’na karşı Amerikan isyanını tercih etmiştir. Fransız Devrimi’nin yozlaştığını çünkü bu isyanın liderlerinin toplumsal koşullara yani “emeğe” takıntılı hale geldiğini savunmuştur. Buna karşılık Arendt’e göre, 1787 yılında ABD Anayasasını yazan Kurucu Babalar, “pozitif anlamda özgürlük faaliyetleri olarak kendilerini ifade eden, tartışan ve karar veren” eylem insanlarıdır.

Arendt, diğer insanlarla etkileşim içinde olarak virtüöz sanatçılar gibi tarihi şekillendirebilen eylem insanlarına her zaman bir hayranlık duymuştur. Between Past and Future [Geçmiş ve Gelecek Arasında] isimli eserinde, “Yunanlılar siyasi faaliyetleri diğer faaliyetlerden ayırmak için daima flüt çalma, dans etme, şifacılık ve denizcilik gibi metaforlardan yararlanmışlardır. Siyasi kurumlar ne kadar iyi veya kötü tasarlanmış olursa olsun, bunların varlıklarının devamlılığı eylemde olan insanlara bağlıdır; bu kurumların korunması, onları var eden aynı yollarla sağlanmaktadır.” diye yazmıştır. Bu yüzden onun bir eylem filozofu haline gelmesi rastlantısal değildir; Arendt son derece kitapsever bir insan olmasının yanı sıra, vita activa dünyasında kök salmış birisidir. Eylemi insan etkinliğinin en üst mertebesine yerleştiren filozof, bir koltuk teorisyeni değil bir felsefi eylemcidir. Bu yüzden, onun, “Gerçek yüceliğin eylemlerde ve sözlerde yattığı anlaşıldı; bu, üretici ve imalatçı, hatta şair ya da yazardan ziyade, büyük işler yapan ve büyük sözler söyleyen Akhilleus tarafından temsil edildi.” [5] diye yazmasına şaşmamak gerekir. Tüm bu anlatılanlardan sonra, belki de Arendt’in “filozof” sıfatına direnmesi de o kadar şaşırtıcı değildir.

Bilfiil Hayatta

Saatler akıyor
Günler geçiyor
Geriye tek bir başarı kalıyor
Sadece yaşıyor olmak

Arendt Trost (Teselli) isimli şiirinde geçen bu dizeleri kaleme aldığında lisans öğrencisiydi. Fakat bu sözler mezuniyetinin ardından yıllarca dolaşıp durması sebebiyle onun için daha yerinde ve uygundu. Antisemitizm’in yükselişe geçtiği bir zaman diliminde, mümkün olan en gerçek manasıyla “sadece yaşıyor olmak” bile giderek zorlaşıyordu.

Arendt, Heidegger ile ilişkisi sonlandıktan sonra sınıf arkadaşı Günter Anders (asıl adıyla Günter Stern) ile evlendi. Gestapo tarafından kısa süreliğine tutuklandı, fakat onun cazibesinden etkilenen sempatik bir subay sayesinde şans eseri serbest bırakıldı. Bu koşullar altında, Arendt’in Almanya’da profesör olmak için gereken ikinci doktora olan Habilitationsschrift’i savunabilmesi söz konusu değildi (Bu çalışma, 17. yüzyıl Yahudi sosyetesinden bir sima olan Rachel Varnhagen’i konu edinen bir çalışma olup 1950’li yıllara kadar yayımlanmamıştı). Bunun üzerine Paris’e kaçan Arendt, Filistin için çalışmalar yapan Yahudi Ajansı’nda bir göçmen olarak çalışma pozisyonu elde etti. Daha sonra, çocukları Nazi kasaplarından kurtarmaya çalışan bir oluşum olan Youth Aliyah’ın başkanlığını yaptı.

Almanya’nın Fransa’ya yaptığı çıkarma, Arendt’i Amerika’ya kaçmaya mecbur bıraktı. Bu dönemde Arendt eşi Anders’ten boşandı ve üniversite eğitimini bitirmemesine rağmen New York’ta bulunan prestijli Board Koleji’nde felsefe dersleri veren eski bir komünist olan Heinrich Blücher ile evlendi. Çift anlatılanlara bakılırsa yakın bir ilişki içerisindeydi ve İngiliz şair W. H. Auden gibi başka sürgün edilmiş insanların da dâhil olduğu geniş bir çevreye sahipti. Arendt artık en önemli kitaplarını benimsenmiş olduğu ülkenin dilinde yazdığı New York’taydı.

Nasyonal Sosyalizm’in kötülükleri hakkında “büyük sözler” yazan ve “büyük işler” yaparak Yahudi yurttaşlarını bu büyük kötülüklerden kurtaran kadının eserlerinin, sonunda Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te (1963) isimli eserinin çevrildiği 1999 yılına kadar İbraniceye çevrilmemesi oldukça paradoksaldır. Bu kısa kitap, gerçekten de bu gecikmenin sorumlusu olmuştu. Arendt, her zaman biraz muhalif bir tutum sergilemiş ve Yahudilere Filistin’de bir devlet verme fikrine asla sıcak bakmamıştı. Onun ülküsü, Filistinlilerle ortak, iki uluslu bir devlet kurulmasıydı. 1946 yılının başlarında İsrail Devleti henüz kurulmadan önce, Arendt Siyonizm’in “zamanımızın harebeleri arasında yaşayan hayalet”e dönüşmesinden korkmuştu. [6] Böyle bir görüş ayrılığı Yahudiler arasında bile mevcut değildi. Fakat daha birçok kişi, Arendt’in gaz odalarına ulaşım sağlayan önemli idarecilerden biri olan Nazi Eichmann’ı bir suç dehası olarak değil, düşük statüye sahip bir görevli ve yüce kötülüğü banalliğe çeviren acınası, akılsız bir budala olarak tanımlamasına itiraz etti (bu sebeple, kitabın ünlü alt başlığı Kötülüğün Sıradanlığı’dır). Ancak Yahudi Cemaatine bağlı olan birçok kişiyi en çok kızdıran şey, Arendt’in davanın kanıtlarına dayanarak Nazi işgali altında bulunan Yahudi Cemaati liderlerini, bazılarının kamplara götürülen kişileri bekleyen dehşetten haberdar olmasına rağmen, “düzeni sağlamak ya da paniği önlemek” amacıyla “Nihai Çözüm”ü [7] kolaylaştırmakla suçlamasıdır. Kitap başlangıçta New Yorker dergisi için seri şeklinde yayımlanması planlanan bir röportaj olarak kaleme alınmıştı ve Arendt kullandığı sözcükleri felsefi incelemelerinde olduğu gibi özenle seçmemişti. Ancak Antisemitizm ile savaşan bir Amerikan sivil toplum kuruluşu olan B’nai B’rith’in İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği Amerika’daki hahamları Arendt’i kınamaya çağıran bir genelge gönderdi. The Intermountain Jewish News gazetesinin Arendt’i “kendi varlığından nefret eden bir Yahudi” olarak tanımlaması, saldırgan ve yanlış olduğu kadar bilgisizceydi. Tüm bunların yanı sıra, sol eğilimli Fransız Le Nouvel Observateur gazetesi “Est-elle nazie?” [O, bir Nazi mi?] sorusunu manşetlere taşıdı. Yahudi vatandaşlarını kaçınılmaz bir ölümden kurtaran biri hakkında bu önermelerde bulunmak yürek parçalayıcı bir haksızlıktır; Arendt’in 1951 yılında yayımlanan başyapıtı Totalitarizmin Kaynakları, Antisemitizm, emperyalizm ve totalitarizme dair belki de en kapsamlı felsefi analizleri barındıran eserdir.

Sınıflandırmaya karşı çıkan ve felsefe kadar siyaset bilimi ve tarihten de yararlanan geniş kapsamlı bir eser olan Totalitarizmin Kaynakları, güncel totaliterlik olgusunun ortaya çıkışını ve onun altında yatan nedenleri açıklayan ilk çalışma olmuştur. Bu tür bir tiranlık, daha önceki diktatörlüklerden farklı olarak bireyler ve onların zihinleri üzerinde bir kontrol sağlamaya çalışmıştır. O dönemde yazılmış bazı kitaplar gibi (örneğin, Karl Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları isimli kitabı gibi), Arendt’in kitabı da belirli bir tarihsel tartışmaya katkı sunmaktadır ve bu bağlamda okunabilir. Arendt’in derin gözlemlerinin birçoğunun zamanını aştığını ve demagogların “uzmanlar” ve “elitler”i suçladığı 2020’lerde de uygulandığını görmek zor değildir. Arendt’in 1951 yılında aktardığı gibi, “Tüm büyük devrimlerde halk gerçek bir temsil için savaşırken, ayak takımı hep ‘güçlü adam’, ‘büyük lider’ için haykıracaktır. Çünkü ayaktakımı dışlandığı toplumdan nefret eder… Bu yüzden modern ayaktakımı liderlerinin harika sonuçlar elde ettiği referandum, ayaktakımına dayanan, köhne bir politikacı kavramıdır.”

Arendt hiçbir zaman kendisinden ödün vermedi. 1974 yılında Aberdeen’de ders verirken geçirdiği inmeden sonra New York’a döndü, fakat sigara içmeye ve geniş arkadaş çevresiyle eğlenmeye devam etti. 4 Kasım 1975 tarihinde, 69. doğum gününden sonra, Manhattan’da bulunan dairesinde gösterişli bir parti verdi. Misafirler hâlâ dairede bulunurken Arendt kalp krizi geçirdi. Olay mahallinde hayatını kaybettiği duyuruldu.

“Dolu dolu yaşamak manasında yaşamak, onun tek umudu ve arzusuydu ve hep öyle kaldı.” Hannah Arendt, Danimarkalı roman yazarı Isak Dinesen (Karen Blixen) hakkında bu satırları kaleme almıştı. Bilinmelidir ki, bu sözler kendisine daha çok uymaktadır.

Dipnotlar:

  1. Arendt, H. İnsanlık Durumu, Çev: İsmail Ilgar, İletişim Yayınları, İstanbul 2018, s. 23 (e.n.)
  2. Hannah Arendt: For Love of the World, E. Young-Bruehl (1982)
  3. Neolojizm, bir dilde yeni sözcük türetme eylemine verilen addır. (ç.n.)
  4. Arendt’e göre, emek, insanın biyolojik ihtiyaçlarının karşılanması durumudur. İş, insanın kendi doğasını aşıp kendisine barınabileceği bir dünya yaratma gücüdür. Eylem ise toplumsal bir işlev olup doğrudan insanlar arası etkileşimle ilgilenir. (ç.n.)
  5. Between Past and Future, Hannah Arendt (1961)
  6. Zionism Reconsidered, Menorah Journal (1945)
  7. Nihai Çözüm (Almanca: Endlösung), Nazilerin 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudileri yok etmek için yaptıkları plana verdikleri kod adıdır. (e.n.)

Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar -- Sosyoloji Toplum bilimi , sosyoloji ders notları

1 Şubat 2023 Çarşamba

SILKROAD ENSTİTÜSÜ' Raporu!

CHP'NİN YCHP HALİNİ ALMASI DA BİR CİA OPERASYONUYDU!

RAND CORPORATION' Raporu(*)nun ardından, Deniz Baykal'ın bir Operasyonla görevinden ayrılması hakkında yeni bir Rapor daha ortaya çıktı: 'SILKROAD ENSTİTÜSÜ' Raporu!



Rapora göre Deniz Baykal İSTİFAYA İKNA EDİLİYOR(!) ve yerine 'Kemal Kılıçdaroğlu' getiriliyor. Ve Raporda ilk kez 2008'de 'YENİ CHP' terimi kullanılıyor; ayrıca partinin nasıl şekillendirileceğine dair detaylara da yer veriliyor..!

18 Ocak 2023 Çarşamba

MİLLİ SAVUNMA SANAYİNİN ÖNCÜLERİ… NURİ DEMİRAĞ, VECİHİ HÜRKUŞ, NURİ KİLLİGİL, KİRKOR DİVARCI VE DİĞERLERİ…

NURİ DEMİRAĞ

GÖKYÜZÜNE ADANMIŞ BİR ÖMÜR

 

  

Nuri Demirağ,1886 yılında Sivas’ın Divriği ilçesinde dünyaya gelmiştir. Ortaöğrenimini Divriği Rüştiye Mektebinde tamamlamış, bir süre bu okulda öğretmen yardımcısı olarak görev yapmış,1903 yılında Ziraat Bankasının açtığı sınavı kazanarak önce Kangal, sonra Koçgiri şubesine atanmıştır. 1909 yılında Maliye Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak İstanbul’a atandı ve maliyenin hemen her kademesinde görev yaptıktan sonra İstanbul’un işgali üzerine görevinden istifa etmiştir.

 

Nuri Demirağ, ilk demiryolu yapımı, ilk uçak fabrikasının kuruluşu, ilk sigara kâğıdı üretimi, ilk yerli paraşüt üretimi gibi ilkleri gerçekleştiren, İstanbul Boğazı üzerine köprü yapılması, Keban'a büyük bir baraj yapılması düşüncelerini ilk kez gündeme getiren kişidir. Aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk muhalefet partisi olan Milli Kalkınma Partisi'nin kurucusudur.

 

Yabancıların tekelinde olan sigara kâğıdı üretimi işine girerek İlk Türk sigara kâğıdını üretmiş ve sigara kâğıdına “Türk Zaferi” adını vermiştir.

 

Kardeşi ile birlikte çalışarak Samsun-Erzurum, Sivas-Erzurum ve Afyon-Dinar hattını, toplamda 1012 kilometrelik demiryolunu bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlamıştır. Başarılarından ötürü 1934 yılında Atatürk kendisine ve kardeşi Abdurrahman Naci Bey'e

Yerli ve milli silah sanayisinin temellerini atan isim: Nuri Killigil Paşa

Nuri (Killigil) Paşa, Türkiye'nin kendi silahını üretmesi 

gerektiği inancıyla girdiği yolda, yerli savunma sanayinin 



Kurtuluş Savaşı döneminde Erzurum'da tamirhane ve fabrikalarda çalışıp ele 

geçirilen silah ve malzemeyi kullanılır hale getiren, daha sonra kurduğu fabrikada

 top, havan, uçaksavar mermi ve tapalarının yanı sıra uçak bombaları imal eden 

Nuri (Killigil) Paşa, özel sektör olarak yerli harp sanayisinin gelişmesine ve

 Türk ordusunun ateş gücünün artırılmasına katkı sağlayan ilk girişimcilerden 

biri olarak biliniyor.

Enver Paşa'nın kardeşi, Kut'ül Amare Zaferi fatihi Halil (Kut) Paşa'nın da yeğeni 

olan Nuri Paşa, Harp Okulu mezuniyetinin ardından Trablusgarp'ta, Balkan 

Savaşları'nda bulundu. I. Dünya Savaşı'nda Enver Paşa tarafından yerli halkı teşkilatlandırarak İtalyan ve İngilizlere karşı savaşmak üzere Trablusgarp'a tekrar gönderilen Nuri Paşa, başarılarından

 dolayı 1918'de 28 yaşındayken yarbay rütbesine terfi ettirildi.

10 Ocak 2023 Salı

27 Mayıs Bir İhtilal Değil Darbedir - Emre Oktay röportaj

27 Mayıs 1960'ta Türkiye tek partili düzenden kurtuluşundan tam 10 yıl sonra dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve arkadaşları yargılandı. Türkiye demokrasisine vurulan darbe ile Başbakan, bakanlar ve bazı vekiller asıldı. 27 Mayıs Bir İhtilal Değil Darbedir kitabının yazarı Emre Oktay o yıllarda yaşadıklarını ve Akis Kitap'tan çıkan eserinin ayrıntılarını okuyucuları ile paylaştı.


İşte o röportaj;

-Emre Bey 27 Mayıs Darbesi Niye yapıldı, ne getirdi ne götürdü?

"27 Mayıs Türkiye Cumhuriyeti için bir felaket olmuştur. Bir takım maceracı subaylar, ellerinde silah TBMM'nin kapısına kilit vuruyorlar, Milli Birlik Komitesi adını verdikleri bir komite kuruyorlar ve TBMM'nin tüm yetkilerini aldım bu komiteye verdim, diyorlar.

30 Kasım 2022 Çarşamba

Faşizm ve Tüketim Uygarlığı


“Şubat 1974’te İtalyan televizyon kanalı RAI’de ‘Pasolini e la forma della città’ başlıklı bir kısa belgesel yayınlandı. Pier Paolo Pasolini film boyunca sürdürdüğü monoloğuna, kentin formunu bir bütün olarak korumanın ne kadar zor olduğunu anlatarak başlıyor. Kamerasının arkasına geçip, Roma’nın kuzeyinde yer alan eski Orte kentini, Yemen’in Sana, Nepal’in Bhaktapur kentleriyle kıyaslıyor. Sonra, Agro Pontino’nun kurutulmuş bataklıklarında kurulan beş “città di fondazione”den biri olan Sabaudia’dan söz ediyor.”[1] Sabaudia’nın da aralarında olduğu bu beş “città di fondazione” (planlı şehir), Pontine Bataklıkları (sonradan adı Agro Pontino) bölgesinde bulunan ve 1920’lerle 1930’larda Mussolini’nin talimatıyla ıslah edilerek tarıma ve yerleşime açılan yerler.

“İtalyan rasyonalist mimari hareketinin model kenti olan Sabaudia, Ağustos 1933 ile Nisan 1934 arasındaki birkaç ayda inşa edildi. Diğer beş kentten bir diğeri olan Pontinia’nın inşası için açılan proje yarışmasına katılıp seçilmeyen Le Corbusier, Sabaudia’yı fazla hülyalı ve romantik bularak planını eleştirecekti.”[2]

Aşağıdaki pasaj, İtalyan televizyon kanalı RAI’de yayınlanan “Io e…” adlı belgesel dizisinin Pasolini’nin konuk edildiği 7 Şubat 1974 tarihli video kaydından çevrildi.[3] Belgeselden alınan bu kesitin Türkçe altyazılı videosu metnin altında yer alıyor. Bölümün tamamını İtalyanca olarak izlemek için bkz. Pasolini e la forma della città

 

Mussolini, yeni kurulan Sabaudia kentini ziyaret ediyor, 7 Temmuz 1934

 

Önümüzde bambaşka bir şehrin yapıları, sureti, izdüşümü var. Tuhaf, kasvetli bir lagün ışığına gömülmüş. Halbuki etrafı hoş bir Akdeniz makisiyle çevrili. Sabaudia burası.

Hasta Gezegen “La Planète Malade”


Aşağıdaki metin, Guy Debord’un 1971’de Internationale Situationniste dergisi için yazdığı, ama grup dağılıp dergi yayınlanmadığı için ancak 2004’te Gallimard tarafından yayınlanmış olan “La Planète Malade” başlıklı yazısının çevirisidir. Kaynak: A Sick Planet, çev. Donald Nicholson-Smith (Seagull Books, 2008). 

 


 

Bugün “çevre kirliliği” moda, aynen devrimin moda oluşundaki gibi: Toplumun tamamını etkisi altına alıyor ve gösteride yanıltıcı biçimde temsil ediliyor. Hatalarla dolu, anlamayı engelleyen bir dolu yazı ve konuşmadaki sıkıcı bir gevezelikten ibaret, buna rağmen herkesi yakalıyor. Bir ideoloji olduğunu her yerde belli ediyor ama gerçek bir süreçmiş gibi kabul görüyor. Aynı ölçüde iç çelişkilerle malul iki antagonist hareket –meta üretiminin en yüksek aşamasına varışı ile topyekûn yadsınması projesi–