Uğur Mumcu

Uğur Mumcu
Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor…

Gözden kaçanı, görülmeyeni, yok sayılanı, değer verilmeyeni, fark edilmeyeni fark ettirmek için...




3 Nisan 2025 Perşembe

Kitlelerin Büyülenişi: Bir Televizyon Düşü


İnsanlık tarih boyunca hikâyelere, anlatılara ve yönlendirmelere açık bir varlık olmuştur. Ateşin başında anlatılan masallar, kralların destanları, din adamlarının vaazları… Hepsi, bir şekilde zihinleri ele geçirme, kalpleri yönlendirme sanatıydı. Günümüzde ise bu sanat, teknolojinin sunduğu sonsuz imkânlarla bambaşka bir boyuta ulaştı. Televizyon ekranları, bu modern çağın büyü aynaları gibi; insanları içine çeker, gerçekle hayali birbirine karıştırır ve bir süre sonra izleyenler, neyin doğru neyin kurgu olduğunu sorgulamayı bırakır.

Düşünün ki bir televizyon kanalı kuruyorsunuz. Bu kanal, sıradan bir yayın organı değil; adeta bir hipnoz makinesi. Herkesin gözünü ve kulağını yalnızca sizin ekranınıza kilitleyecek bir güç yaratıyorsunuz. Peki, bu nasıl mümkün olur? Önce bir hikâye sunarsınız: Büyük, parlak, duygulara hitap eden bir hikâye. Belki kahramanlar yaratırsınız, belki düşmanlar. Gerçekle yalanı öyle ustalıkla harmanlarsınız ki, izleyici artık ayrımı yapamaz hale gelir. Haberler, sizin kaleminizden çıkan birer senaryoya dönüşür; dramatik müzikler, çarpıcı görüntüler ve sürekli tekrarlanan mesajlarla kitlelerin zihnini ele geçirirsiniz.
Bu manipülasyonun en büyük silahı, insanların doğasında yatan güven arzusudur. Hayatın karmaşasında, belirsizliklerin ortasında, birileri çıkıp “İşte gerçek bu!” dediğinde, çoğu insan sorgulamak yerine inanmayı seçer. Hele ki bu “gerçek” onların korkularına, öfkelerine ya da umutlarına hitap ediyorsa… İşte o zaman, kanalınız bir yayın organından çok daha fazlası olur; bir tapınak, bir rehber, bir yaşam biçimi haline gelir.

Peki, buna kim dur diyebilir? Teoride, özgür düşünce ve eleştirel akıl buna bir set çekebilir. Ama pratikte, kitleler hipnotize olmuşsa, eleştiri sesleri ya duyulmaz ya da birer “düşman” olarak damgalanır. Gücünüz, insanların kendi iradelerini size teslim etmesinde yatar. Onlar sizin yarattığınız dünyayı gerçek sandıkça, siz de o dünyanın tanrısı olursunuz.

Bu distopik bir hayal gibi görünebilir, ama tarih bize şunu öğretir: İnsanlar, yeterince inandırıcı bir yalanla karşılaştıklarında, gerçeği aramaktan vazgeçebilir.

İnsanlar bir süre sonra kendilerine sunulan o "alternatif gerçeklik" içinde yaşamaya öyle alışıyor ki, diğer dünyalar –yani asıl gerçekler– onlara ya yabancı ya da inanılmaz geliyor.

Bazen o kanalların yarattığı senaryolar o kadar tutarlı ve kendi içinde mantıklı görünüyor ki, izleyici için yalan olup olmadığını sorgulamak bile gereksiz hale geliyor. Mesela, sürekli aynı mesajları tekrarlayarak, destekleyen görüntülerle süsleyerek bir algı inşa ediyorlar. 

Evet, yaratılan senaryoların  kendi içinde bir tutarlılığı var, bu başarıları yadsınamaz.
Fakat geçmişi iyi süzmüş, bu günü gerçekten algılamaya çalışan, mutlaka bir grup içinde yer alma ihtiyacı duymayan özgür zihne sahip bireyler için bu tutarlılık 'ustaca bezenmiş bir senaryo' oluyor.

İyi kurgulanmış bir tiyatro sahnesinde;  duygusal tetikleyiciler, korku, umut ya da aidiyet hissi gibi unsurları öyle iyi kullanıyorlar ki, izleyiciyi kendi yarattıkları balonun içine hapsediyorlar. Bu balonu dışarıdan görebilenler içinse durum hem hayret verici hem de biraz trajikomik olabiliyor.

Hiçbir şey mutlak doğru ya da herkes için aynı şekilde "mükemmel" olamaz; çünkü hepimizin algıları, değerleri, hassasiyetleri farklı. Onlar da tam olarak bu farklılıkları bir araç gibi kullanıyor. Bir kitlenin neye duyarlı olduğunu, neyi önemsediğini çok iyi tespit ediyorlar –ister büyük bir ülkü olsun, ister günlük hayattan basit bir alışkanlık– ve bunu ya abartarak öne çıkarıyorlar ya da hiç yoksa sıfırdan bir hassasiyet yaratıyorlar. 

Olmayan bir şeyi söylüyorlar ve zaten farklı bir şey duymadıkları için o doğru olarak kalıyor. Bu, bir nevi yankı odası etkisi: İnsanlar sadece tek bir ses duyarsa, başka bir perspektif sunulmazsa, o ses ne kadar absürt ya da uydurma olursa olsun "gerçek" haline gelebiliyor. Mesela, bir grup için "Bizim değerlerimiz tehdit altında" gibi bir söylem yaratıp bunu sürekli pompalıyorlar; o grup da başka bir şey duymadığı için buna inanıp kenetleniyor.

Bunun tehlikeli yanı, dediğiniz gibi, toplumda bölünme ve çatışma yaratması. İnsanları "biz" ve "onlar" diye ayırıp bir düşman algısı inşa etmek, hem bireyleri birbirine yabancılaştırıyor hem de kolektif bir huzursuzluk, hatta öfke dalgası oluşturuyor. 
Kişiselleştirirsek, gerçekten de iki ayrı dünyada yaşayan insanlar gibi oluyoruz; aynı dili konuşsak bile birbirimizi anlamak, sohbet etmek imkânsız hale geliyor. Sanki herkes kendi balonunun içinde, kendi "gerçeği" ile yaşıyor ve öteki tarafa geçmek ya da en azından bir köprü kurmak giderek zorlaşıyor.
Eğer bu strateji başarıya ulaşırsa, toplumsal açıdan gerçekten karanlık bir tablo ortaya çıkabilir: Güvensizlik, kutuplaşma, belki de geri dönülmesi zor bir ayrışma.

Büyükler ve onların çıkarları olan kuruluşlar, bu manipülasyonu bir makine gibi işletiyor; bu anlaşılabilir bir çıkar döngüsü. Ama bir kesim var ki, ne bir kazanç peşinde ne de başkalarının çıkarlarını fark ediyor. Bu insanlar, tamamen bir inanç ve adanmışlıkla  o büyülü çemberin içinde yaşıyorlar. Hipnoz bu olmalı.
Bu kesim, başkalarının çıkarları için kendilerini feda ederken bile bunu bir "dava" ya da "doğru" olarak görüyor.
Bu insanlar için ne yapılır hiç bilmiyorum. Yazarken düşünüyorum.. 
Bu gerçekten başa çıkması zor bir durum, çünkü hipnozun kırılması için önce kişinin kendi zihninde bir şüphe, bir sorgulama kıvılcımı oluşması lazım. Ama bu adanmışlık o kadar güçlü ki, dışarıdan gelen herhangi bir müdahale –mesela bir uyarı ya da gerçeklerin sunulması– çoğu zaman ters tepebiliyor; inançlarını daha da pekiştirebiliyor. Belki de tek yol, bu hipnozu besleyen kaynakları –yani o kanalları, söylemleri, yankı odalarını– bir şekilde zayıflatmak. Ama bu da devasa bir güç ve koordinasyon gerektiriyor.

Bu adanmış kesimde bir uyanış mümkün mü? Mesela, hayatlarında ne tür bir deneyim ya da olay bu hipnozu sarsabilir?


Gerçeklere çarpmaları!  'çarpmaları' nı özellikle vurguladım. Rastlantı ya da pasif bir karşılaşma yetmeyebilir. Duymazlar, görmez-göremezler.. Çarpmalı, onları sarsacak ve bir şeylerle yüzleştirecek bir şeyler olmalı. Ne olmalı? derseniz inanın bilmiyorum..
Bu, adeta bir duvara toslamak gibi; görmezden gelemeyecekleri, içlerinde bir kırılma yaratacak bir şey olmalı.
Öyle basit bir reçeteyle çözülecek bir mesele değil. Belki bu çarpma, kişisel bir kayıp olabilir; mesela inandıkları bir şeyin bedelini doğrudan kendileri ya da sevdikleri ödediğinde. Ya da belki beklenmedik bir şekilde, güvendikleri o "dünya" kendi içinde çelişkiler göstermeye başladığında –mesela liderlerinin ya da kanallarının açıkça yalan söylediği bir an yakalandığında. Ama yine de, bu bile garanti değil; çünkü hipnozun gücü, çelişkileri bile rasyonalize edebilecek kadar derin olabiliyor.


Somut bir örnek hayal edelim: Diyelim ki o meşhur kanallardan birinin çok tanınan bir yüzü, bir gün canlı yayında pat diye "Yıllardır size yalan söyledik, şu haberler kurguydu, şu olayları biz böyle planladık" dese… Acaba izleyiciler bunu nasıl karşılar? Şok mu olur, inanmayı mı reddeder, yoksa "Bu da sistemin oyunu" mu der? Sizce ne olurdu? 
Her şeye topluca bir bakarsak, bana göre; "Bu da hain" ya da "Satın almışlar" tepkisi çok olası; hatta bu tepkileri dedirtmek için bile bir mekanizma hazırda bekliyor olur.

Toplumsal hipnoz dediğimiz şey, bir gecede oluşmuyor; yıllar, hatta nesiller boyunca örülen bir ağ gibi. Ustalıkla işlenmiş bir sistem bu. 
Bu sistematik bir baskı mekanizması; sadece hipnozla yetinmiyorlar, aynı zamanda karşı çıkanları ya da sorgulayanları zor koşullara mahkûm ederek susturmaya çalışıyorlar. Bu, gerçekten de  kırılganlığı artıran bir faktör – hem motivasyonu zayıflatıyor hem de hareket alanını daraltıyor.

Uyanmak istemeyen birini kimse uyandıramaz. Bazıları için uyanmak bir seçenek bile değil – ya korkudan, ya alışkanlıktan, ya da o hipnozun konforundan dolayı.
Çünkü uyanmak, dediğiniz gibi, bir çaba gerektiriyor. Öğrenmek, okumak, karşılaştırmak, düşünmek… Bunlar zahmetli işler. Oysa birkaç sloganla yaşamak? İşte o çok kolay, adeta hazır bir paket gibi sunuluyor: "Düşünme, kabul et, rahat et."
Bu "kolaycılık" aslında hipnozun en büyük dayanaklarından biri olabilir. İnsanlar karmaşık gerçeklerle yüzleşmek yerine, basit ve tekrarlanan bir anlatıya sığınmayı tercih ediyor. Sloganlar, o zihinsel tembelliği besliyor; sorgulama ihtiyacı bile duymuyorlar.
Gerçekten de bu işin püf noktalarından biri. İnsanlar hem çaba harcamadan var olabilecekleri bir alan istiyor hem de sorgulanmadan kabul görmenin rahatlığını yaşıyor. Bu, hipnozun neden bu kadar etkili olduğunu bir kez daha gösteriyor – kolaylık ve onaylanma ihtiyacı birleşince, sorgulama tamamen devre dışı kalıyor.



Belki de asıl mesele, bu hipnozun konforlu kollarında uyumayı seçenlerle, gerçeğin soğuk yüzüne çarpıp uyanmayı göze alanlar arasındaki o ince çizgide yatıyor. Uyanış, bir çaba, bir cesaret, bir yüzleşme ister; ama o çarpma anı geldiğinde, insanlık yeniden kendi hikâyesini yazma şansını bulabilir. Çünkü hiçbir balon sonsuza dek sönmeden uçamaz; er ya da geç, gerçek, en usta senaryoları bile delip geçer.




Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar -- Sosyoloji Toplum bilimi , sosyoloji ders notları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder