Tarihçi Enver Ziya Karal Hoca’nın deyişiyle “Osmanlı’nın dört paşası”ndan “Cumhuriyetin dört paşası”na geçiş pek zor olmamıştı. Bugün, tutuklu olarak yargılanan paşaların dramını, “demokrasinin bir zaferi veya bedeli” olarak yorumlayan gençler, ülkemiz askeri bir vesayetten sıyrılmaya çabalarken, sivil giysili bir “vasi” yaratmasının rahatlığı içinde mi görünmek istiyorlar?
Tarih ve ders ikilisiyle karşılaştığım her yerde duraksar, uygarlık tarihçisi Will ve Ariel Durant’ın ‘Tarihten Dersler’ini* ve çeşitli özdeyişleri anımsarım. Tarih yapan ve yazanlar, seçimde anlaşmasalar bile, ders alınması önerisinde birleşirler. Kimisi ders alınmadığından yakınır: “Ders alınsaydı tarih hiç yineler miydi?” diye eleştirir. Kimi bilgeler, “Gerçi tarih, yaparak, yaşayarak öğrenilir, ama yine de ders almayız” derler. Çağdaş eğitimciler ise uyarırlar: “Yaptığımız her şeyden bir şeyler öğreniriz de her öğrendiğimizi yapmayız.”
Bilmek ve yapmak, ideal ile gerçek gibi, insanlık serüveninin yarattığı fakat ortasını bulamadığı ikilemlerdendir. En ünlüsü toplum hayatında görülen tek güçlü “ben” olmak; herkese hükmetmek, sözünü dinletmek eğilimidir. İnsan türünün ne’liği bilinemeyen alacalı doğası mı, toplum baskısına tepki mi, kutsallığa özenmesi, aşağılık duygusu ya da üstünlük yanılsaması mı? Kendi kerametine inanmak, ölümsüzlük umudu, yoksa hesap vermek korkusu mu? Belki hepsi ya da hepsinden biraz! Kestirmek zor.
Eflatun, ‘Devlet’i ele geçiren “tiran”lardan, Machiavelli her çareye başvuran “Hükümdar”dan, Shakespeare “Atinalı Timon”lardan; tarih, Papa’nın oğlu fütursuz bir Kardinal Borgia’dan, her yurttaşını ölüme gönderebilen Başbakan Richelieu’den, “Devlet Benim” diyen XIV. Louis’den söz eder. Hemen her ülkenin tarihinde despotlar, otokratlar, zorbalar görülmüştür. Sultanlarımız öyle güçlüymüş ki, ara sıra hatırlatırlarmış: “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!” Asıl sorun belki de güç değil, devleti ayakta tutan “adaletin korunması” olabilir. İktidar yozlaştırır, şöhret sarhoş eder, varlık yoksuldan uzaklaşır. Demokrasi, yönetim erkini bölüp hizmet sürelerini sınırlayarak, gücün tek elde toplanmasını engellemeye çalışır. Seçimle gelen yöneticiler bile, yasamayı aşmak, yargıyı yönlendirmek, muhalefeti susturmak, devlete egemen olmak isterler.
Bunalımlar, devrimler ve savaşlarla geçen 19. yüzyılda dünya bir dizi diktatörün önlenemeyen yükselişine ve yıkılışına tanık oldu; Portekizli Salazar’dan Mussolini’ye, Hitler’e, Franco’ya, Mao’ya ve son günlerde hayat öyküsünü yeniden izlediğim Stalin’e kadar.
‘Stalin Yoldaş’ın öyküsü
Macar Televizyon Kurumu’nun yaptığı belgesel, Gürcü asıllı bir Komünist Partisi üyesinin, devrim lideri Lenin’in erken ölümünden hemen sonra, tek rakibi olarak gördüğü Troçki’den kurtularak, Sovyetler Birliği’nin kaderine ve geleceğine egemen oluşunun öyküsüdür. Devrimin sadık bir koruyucusu olan ‘Stalin Yoldaş’, yükselen yoldaşlarını önce seçip görevlendirir, sonra teker teker öldürtür, ardından da sıra birbirini vuran tetikçilere gelir. “Korku İmparatorluğu”nda artık kimse güvende değildir. Toplama kampından, Sibirya’dan korkanlar, sevgili eşi ve oğlu gibi intiharı seçerler. Tetikçi Beria’yı devlet güvenliğinin başına getiren Yoldaş, Çar Petro’nun, Hazreti İsa’nın ve lider Lenin’in yerini alır; Rusya’nın karşıdevrime aman vermeyen mutlak hâkimi olur.
Tarihi ve dramatik bunalım 1941’de Alman saldırısında yaşanır. Savaşın ilk haftalarında, milyonluk ordularını, bütün zırhlı birliklerini ve binlerce uçağını kaybeden Yoldaş, “Komutanlar nerede” sorusuna “temizlenmişti” yanıtını alınca, yıkılmaz, sessizce çekilir. Günler sonra çalışma odasına girenler, sırtında bir masa örtüsüyle yerde oturan, sabit ve anlamsız gözlerle bakınan bir yoldaş bulunca yalvar yakar olurlar -mealen-:
“Stalin Yoldaş, her şey durdu, savaş ve ülke yönetilmiyor.
Lütfen kalkın, devletin başına geçin, görev sizi bekliyor.”
Tarih dersi
Sanımca, devrimi yöneten, savaşı kazanan, Sovyetler Birliği’ni bir dünya devi yapan; fakat birliğin kendiliğinden dağılmasını önleyemeyen zalim diktatörün hayat öyküsünden alınacak “tarih dersi” buradadır. Kurduğu imparatorluğu yönetecek çapta, yürekte kimse kalmamıştır. Devrim için milyonları feda ederek birliğin 30 yılına egemen olmuş, ancak yarattığı düzeni kendinden sonra 30 yıl daha yaşatacak bir kadro ve kurum bırakmamıştır. Öykü, farklı bağlamlarda yorumlansa bile tarihi gerçekler değişmez. İspanya, İtalya, Türkiye, Küba gibi devrim yaşamış ülkeler iyi kötü bir demokrasiye geçiyorlar. Oysa Sovyetler Birliği’nden federal bir cumhuriyete geçişin mimarı Gorbaçov, Stalin’den 60 yıl sonra, güvenlik yıldızı Putin’den istifa etmesini bekliyor. Eder mi bilinemez; görünen o ki toplumlar güçlü liderlerden sonra güçlü adaylar arıyor. “Deli” Petro’dan, zalim Stalin’e, rakipsiz bir KGB’li Putin’e geçiş belki kaçınılmazdı. Rusya’da, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne saygılı bir cumhuriyete geçiş biraz daha zaman alacakmış gibi görünüyor. (Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 27 Aralık)
Tarihçi Enver Ziya Karal Hoca’nın deyişiyle “Osmanlı’nın dört paşası”ndan “Cumhuriyetin dört paşası”na geçiş pek zor olmamıştı. Bugün, tutuklu olarak yargılanan paşaların dramını, “demokrasinin bir zaferi veya bedeli” olarak yorumlayan gençler, ülkemiz askeri bir vesayetten sıyrılmaya çabalarken, sivil giysili bir “vasi” yaratmasının rahatlığı içinde mi görünmek istiyorlar?
* İki çevirisi var. İlki Güvenç’in, ikincisi çeviriyi eleştiren Muallimoğlu’nun.
Tarih ve ders ikilisiyle karşılaştığım her yerde duraksar, uygarlık tarihçisi Will ve Ariel Durant’ın ‘Tarihten Dersler’ini* ve çeşitli özdeyişleri anımsarım. Tarih yapan ve yazanlar, seçimde anlaşmasalar bile, ders alınması önerisinde birleşirler. Kimisi ders alınmadığından yakınır: “Ders alınsaydı tarih hiç yineler miydi?” diye eleştirir. Kimi bilgeler, “Gerçi tarih, yaparak, yaşayarak öğrenilir, ama yine de ders almayız” derler. Çağdaş eğitimciler ise uyarırlar: “Yaptığımız her şeyden bir şeyler öğreniriz de her öğrendiğimizi yapmayız.”
Bilmek ve yapmak, ideal ile gerçek gibi, insanlık serüveninin yarattığı fakat ortasını bulamadığı ikilemlerdendir. En ünlüsü toplum hayatında görülen tek güçlü “ben” olmak; herkese hükmetmek, sözünü dinletmek eğilimidir. İnsan türünün ne’liği bilinemeyen alacalı doğası mı, toplum baskısına tepki mi, kutsallığa özenmesi, aşağılık duygusu ya da üstünlük yanılsaması mı? Kendi kerametine inanmak, ölümsüzlük umudu, yoksa hesap vermek korkusu mu? Belki hepsi ya da hepsinden biraz! Kestirmek zor.
Eflatun, ‘Devlet’i ele geçiren “tiran”lardan, Machiavelli her çareye başvuran “Hükümdar”dan, Shakespeare “Atinalı Timon”lardan; tarih, Papa’nın oğlu fütursuz bir Kardinal Borgia’dan, her yurttaşını ölüme gönderebilen Başbakan Richelieu’den, “Devlet Benim” diyen XIV. Louis’den söz eder. Hemen her ülkenin tarihinde despotlar, otokratlar, zorbalar görülmüştür. Sultanlarımız öyle güçlüymüş ki, ara sıra hatırlatırlarmış: “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!” Asıl sorun belki de güç değil, devleti ayakta tutan “adaletin korunması” olabilir. İktidar yozlaştırır, şöhret sarhoş eder, varlık yoksuldan uzaklaşır. Demokrasi, yönetim erkini bölüp hizmet sürelerini sınırlayarak, gücün tek elde toplanmasını engellemeye çalışır. Seçimle gelen yöneticiler bile, yasamayı aşmak, yargıyı yönlendirmek, muhalefeti susturmak, devlete egemen olmak isterler.
Bunalımlar, devrimler ve savaşlarla geçen 19. yüzyılda dünya bir dizi diktatörün önlenemeyen yükselişine ve yıkılışına tanık oldu; Portekizli Salazar’dan Mussolini’ye, Hitler’e, Franco’ya, Mao’ya ve son günlerde hayat öyküsünü yeniden izlediğim Stalin’e kadar.
‘Stalin Yoldaş’ın öyküsü
Macar Televizyon Kurumu’nun yaptığı belgesel, Gürcü asıllı bir Komünist Partisi üyesinin, devrim lideri Lenin’in erken ölümünden hemen sonra, tek rakibi olarak gördüğü Troçki’den kurtularak, Sovyetler Birliği’nin kaderine ve geleceğine egemen oluşunun öyküsüdür. Devrimin sadık bir koruyucusu olan ‘Stalin Yoldaş’, yükselen yoldaşlarını önce seçip görevlendirir, sonra teker teker öldürtür, ardından da sıra birbirini vuran tetikçilere gelir. “Korku İmparatorluğu”nda artık kimse güvende değildir. Toplama kampından, Sibirya’dan korkanlar, sevgili eşi ve oğlu gibi intiharı seçerler. Tetikçi Beria’yı devlet güvenliğinin başına getiren Yoldaş, Çar Petro’nun, Hazreti İsa’nın ve lider Lenin’in yerini alır; Rusya’nın karşıdevrime aman vermeyen mutlak hâkimi olur.
Tarihi ve dramatik bunalım 1941’de Alman saldırısında yaşanır. Savaşın ilk haftalarında, milyonluk ordularını, bütün zırhlı birliklerini ve binlerce uçağını kaybeden Yoldaş, “Komutanlar nerede” sorusuna “temizlenmişti” yanıtını alınca, yıkılmaz, sessizce çekilir. Günler sonra çalışma odasına girenler, sırtında bir masa örtüsüyle yerde oturan, sabit ve anlamsız gözlerle bakınan bir yoldaş bulunca yalvar yakar olurlar -mealen-:
“Stalin Yoldaş, her şey durdu, savaş ve ülke yönetilmiyor.
Lütfen kalkın, devletin başına geçin, görev sizi bekliyor.”
Tarih dersi
Sanımca, devrimi yöneten, savaşı kazanan, Sovyetler Birliği’ni bir dünya devi yapan; fakat birliğin kendiliğinden dağılmasını önleyemeyen zalim diktatörün hayat öyküsünden alınacak “tarih dersi” buradadır. Kurduğu imparatorluğu yönetecek çapta, yürekte kimse kalmamıştır. Devrim için milyonları feda ederek birliğin 30 yılına egemen olmuş, ancak yarattığı düzeni kendinden sonra 30 yıl daha yaşatacak bir kadro ve kurum bırakmamıştır. Öykü, farklı bağlamlarda yorumlansa bile tarihi gerçekler değişmez. İspanya, İtalya, Türkiye, Küba gibi devrim yaşamış ülkeler iyi kötü bir demokrasiye geçiyorlar. Oysa Sovyetler Birliği’nden federal bir cumhuriyete geçişin mimarı Gorbaçov, Stalin’den 60 yıl sonra, güvenlik yıldızı Putin’den istifa etmesini bekliyor. Eder mi bilinemez; görünen o ki toplumlar güçlü liderlerden sonra güçlü adaylar arıyor. “Deli” Petro’dan, zalim Stalin’e, rakipsiz bir KGB’li Putin’e geçiş belki kaçınılmazdı. Rusya’da, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne saygılı bir cumhuriyete geçiş biraz daha zaman alacakmış gibi görünüyor. (Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 27 Aralık)
Tarihçi Enver Ziya Karal Hoca’nın deyişiyle “Osmanlı’nın dört paşası”ndan “Cumhuriyetin dört paşası”na geçiş pek zor olmamıştı. Bugün, tutuklu olarak yargılanan paşaların dramını, “demokrasinin bir zaferi veya bedeli” olarak yorumlayan gençler, ülkemiz askeri bir vesayetten sıyrılmaya çabalarken, sivil giysili bir “vasi” yaratmasının rahatlığı içinde mi görünmek istiyorlar?
* İki çevirisi var. İlki Güvenç’in, ikincisi çeviriyi eleştiren Muallimoğlu’nun.
Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar -- Sosyoloji Toplum bilimi , sosyoloji ders notları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder