Düşünce üretimimizde 300 yıllık bir zayıflık var. Kendi aramızda tartışırken bile büyük oranda Batı'nın referanslarına mahkum oluyoruz.
— Gaffar Yakınca (@GaffarYakinca) November 1, 2025
Bu yüzden yükümüz ağır... Düşünceyi üretmek de bize düşüyor, sloganı atmak da. Kendi iddiamızın hem teorisyeni hem militanı olmak zorunda… pic.twitter.com/FvqefcKT88
Bir cümle düştü önümüze: “Düşünce üretimimizde üç yüz yıllık bir zayıflık var.” Bu, bir itiraf kadar bir meydan okuma. Çünkü kendi aramızda konuşurken bile çoğu zaman Batı’nın kelimelerini ödünç alıyoruz. “Özgürlük” diyoruz, ama onun içini Fransız Devrimi’yle dolduruyoruz. “Adalet” diyoruz, ama tartıyı Kant’ın terazisine koyuyoruz. Bu alışkanlık, üç yüzyıldır biriken toz gibi; fark etmeden üstümüze yapışmış.Bu zayıflık nereden geliyor? Osmanlı’nın son iki yüzyılında “Batı’yı yakalamak” diye bir hedef koyduk önümüze. İyi niyetliydi, ama araçla amaç yer değiştirdi. Tren raylarını, buhar makinesini alalım dedik; sonunda rayların üstünde yürüyen biz olduk. Kendi toprağımızda, başkalarının haritasıyla yol bulmaya çalıştık. Cumhuriyet’le birlikte bu hızlandı: Modernleşme, bazen “kendi geçmişimizi silmek” gibi algılandı. Sonuç? Bir kavram boşluğu. Ne tam Batılıyız, ne tam kendimiz. Ortada bir “ara dil” konuşuyoruz.Peki bu yük kime düşüyor? Hem düşünceyi üretmek hem onu savunmak bize. Batı’da bir filozof fikir ortaya atar, bir politikacı onu uygular, bir aktivist sokaklara taşır. Bizde ise aynı kişi hem teorisyen hem militan. Bu yüzden yoruluyoruz, bu yüzden keskinleşiyoruz. Birbirimize karşı sertliğimizin bir sebebi de bu: Kendi kelimelerimizi bulamadığımız için, başkalarının kelimelerini kırbaç gibi kullanıyoruz.Ama bu zayıflık, aynı zamanda bir fırsat. Çünkü tam da bu boşluk, bizi özgün olmaya zorluyor. İbn Haldun’u hatırlayalım. O, 14. yüzyılda “asabiyet” dediğinde, bugünün “millî birlik” kavramını değil, kanla, inançla, acıyla örülmüş bir dayanışma gücünü tarif ediyordu. “Ümran” dediğinde, şehirleşmenin refahı kadar, yozlaşmayı da görüyordu. Onun döngüsel tarih anlayışı, “ilerleme” masalına karşı bir uyarı: Her medeniyet doğar, yükselir, çöker. Ama çöküş, yeni bir başlangıçtır.Bugün bize düşen, bu döngüyü kırmadan, ama onun içinde yeniden doğmak. Nasıl mı?İlk adım: Kendi kavram hazinemizi yeniden kazımak. “Hürriyet” dediğimizde, sadece Locke’u değil, Namık Kemal’in “vatan”la yoğrulmuş hürriyetini de hatırlamak. “Cemiyet” dediğimizde, Batı’nın “society”sini değil, Osmanlı’nın “millet” sistemindeki çoğulculuğu düşünmek.İkinci adım: Batı’yı reddetmek değil, onu bir ayna gibi kullanmak. Onların kavramlarını alıp, kendi toprağımıza ekmek. “Sekülerizm”i tartışırken, Fransız laikliğini değil, Osmanlı’daki “din ve vicdan hürriyeti”ni merkeze almak.Üçüncü adım: Ortak bir sözlük oluşturmak. Sağcı, solcu, muhafazakâr, laik… Hepimiz aynı kelimeleri kullanıyoruz ama farklı anlamlar yüklüyoruz. Bir masa etrafında oturup, “adalet”in, “özgürlük”ün, “toplum”un bizim için ne anlama geldiğini konuşmak. Bu, keskinlikleri değil, yanlış anlamaları azaltır.Sonuç olarak, üç yüz yıllık zayıflık, bir lanet değil, bir davet. Kendi sesimizi aramaya, kendi kelimelerimizi dövmeye davet. Çünkü tarih, tekrar eden bir nakarat değil; onu yorumlayanların elinde şekillenir. İbn Haldun’un dediği gibi: “Geçmiş, geleceğin aynasıdır.” Aynaya baktığımızda, başkalarının yansımasını değil, kendi yüzümüzü görme vakti geldi.Bu yük ağır, evet. Ama tam da bu ağırlık, bizi uçuracak kanatların temelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder