Hepimiz formların, sınıfların, tanımların dünyasında yaşıyoruz.
Hepimiz formların, sınıfların, tanımların dünyasında yaşıyoruz. İnsanoğlunda her şeyi bir sınıfa koyma, her şeyi bir başkasıyla karşılaştırma, her şeyi etiketleme merakı. Hiçbir şeyi kendi alıştığı dışında görmek istemiyor.
İnsan zihninin bizlere uyguladığı iki ana tuzaktan bahsetmek istiyorum. Bunlar hep bahsettiğimiz şu sol beyin denilen etiketçinin ve yargıcın işleri. Gerçekten sol beynimiz olayı olduğu gibi deneyimlememizi engellemek için her olayı ve şeyi bir kalıba sokmaya, isimlendirmeye veya yargılamaya uğraşır. Çünkü sol beyin için hiçbir şey soyut kalamaz. Her şeyin bir sınıfa ait olması, kalıbı, şekli olmalıdır. Bu yüzden de isimsiz bırakamaz hiçbir şeyi. Elinde bir Barkod makinesi her şeyi etiketler durur.
Halbuki bu durum insan doğasının dışındadır. İnsan doğduğunda evrenle bir olarak hisseder kendisini. Ben yoktur, biz vardır. Çünkü henüz sol beyin aktive olmamıştır.
Ardından çocukların şu ünlü "Bu nedir?" deme dönemi devreye girer ve insan asla eskisi gibi olamaz. Çünkü artık soyut düşünce yerini somut düşünceye bırakır. Artık her şeyin, her olayın bir sınıflandırmaya, bir isim kalıbına sokulması dönemi başlar. Kendisiyle bir gördüğü doğaya bakar ve büyük haz alırken işler birden değişir. Hisler forma dönmüştür artık.
Bunun ismi çiçektir, böcektir denildiğinde, yani iş tanımlamayla kirletildiğinde çocuk artık eskisi gibi haz almamaya başlar. Artık kafasında o mucizevî bir şey değil çiçek sınıfından bir canlı haline gelir. Yani onlarca çiçek cinsinden biri...
Bunlar zihnin tuzakları. Sizi birlik duygusundan ayıran, hayatı olduğu gibi deneyimlemenize engel koyan oyunlar.
Bir olay yaşadığınızda kafanızdaki anlatıcının ağzından seslendirmeye, tanımlamaya uğraşırken olayın ne olduğu elinizden kaçar gider. Hep zihnimizde bizim dışımızda yaşayan bir yargıç, bir anlatıcı var gibidir. Yürürsünüz, iç sesiniz sürekli etraftaki nesneleri, olayları, havayı, toprağın özelliklerini canlı yayında anlatır size. Hava ne sıcak, şu adam nasıl giyinmiş, bugün ne kalabalık, bla bla bla. O kadar gevezedir ki bu anlatıcı yargıç siz yürüdüğünüzün farkına bile varamazsınız. Yaptığınız eylem sadece tanımlama uğruna haz alınmaz hale gelir.
Aynı şey insanlar içinde geçerli. Hepimiz birer yargıç gibiyiz. Yaşanılmışlıkları ve kişileri yargılamak en çok sevdiğimiz. Kişileri bağlı bulunduğu topluluklara, ırklarına, mesleklerine, kıyafetlerine, maddi durumlarına, fiziki görünüşlerine bakarak daha tanımaya izin vermeden o kadar çok yargılıyoruz ki. İnsanın içindeki değerli hazineleri görmeden veriyoruz kararlarımızı, yapıştırıyoruz etiketlerimizi.
Tabii ki en büyük yargıç toplum! Toplum kendine uymayanı ayrıksı, içine girmeyeni işe yaramaz sayıyor. Ve acımasızca cezalar veriyor "Vurun Kahpeye" misali.
Yargı frekansıyla yaşadığınızda yaşamın doğallığını bozmuş oluyorsunuz. Artık kendi dışınızdaki her şeyin kafanızda bir kalıbı, bir ismi olur. Genelde de bu oluşmuş düşünsel kalıplar o kişi veya o olayı her gördüğünüzde yüzeye çıkmaya başlar ve yeni olanı görmenizi engeller.
Bir insan düşünün hayatı boyunca bir kez yanlış yapmış olsa da sizin yargı ve etiketleme mekanizmasına maruz kalırsa hayatı boyu sizin attığınız hapishaneden çıkamaz. Siz eğer önce yargılayıp sonra etiketlerseniz, sizin için o kişinin yeni yönlerini görmeniz imkansızlaşır. Halbuki şunu biliyoruz; hata yapmadan öğrenmek mümkün değil ve hata yapmamak mümkün değil.
"Öğretmen önce öğretir sonra imtihan eder
Hayat önce imtihan eder sonra öğretir."
Eğer bir yolda hata yapmadım diyorsanız, muhtemelen yolu gerektiği gibi yürümemişsinizdir.
Birisi en ufak bir hata yaptığında zihin yargıcı harekete geçiyor. Öyle acımasız ki; sürekli kalemini kırıp, ömür boyu hapse mahkum ediyor. Kişi ne kadar özel birisi bile olsa bu yargı ömür boyu sizin zihninizde duruyor.
Hele birde taşıdığınız önyargılar. Daha bir kişi herhangi bir şey yapmadan sadece sizin zihninizin ürettiği hastalıklı düşünce paternleri yüzünden yargınızı koyuyorsunuz. Daha kendisini size sunamadan önüne set çekiyorsunuz. Yani başlamadan daha bitmeye programlanmış bir ilişki paterni.
İnsanları yargı filtresinden geçirdiğinizde, artık o insanın gerçek yapısını görme imkanınız kalmaz. Artık o sizin isimlendirdiğiniz gibidir. Ne yazık ki o insanın yapabilme olasılığı olacak başka şeyleri görme hakkınızı kendinizden alırsınız. Hata yapmak hepimiz için
Kişileri yaşam yolunda yaptığı şeyler yüzünden yargılamayın, sadece onları doğal hallerinde deneyimlemeye izin verin kendinize.
Bir önemli konu var ki insan en çok kendini yargılayıcıdır. Kendinize yargılar koyduğunuzda kendiniz olmaktan uzaklaşırsınız. Bu da özünüzü incitir, yabancılaştırır.
Bir şeyi unutmamak lazım evrende her şey sürekli değişim içinde. Sizler bir olayı veya kişiyi bir genelleme kalıbının içine sıkıştırdığınızda artık ondaki kendine özgülüğü ve gelişen değişimleri gözden kaçırmaya başlarsınız. Değişmeler olur, fakat zihninizin gözünüzün önüne koyduğu filtre perdelerinin arkasından bunları fark edemezsiniz. Aslında hayatın kendisini kaçırırsınız.
Olanları isimlendirmeden, etiketlemeden, yargılamadan yani olduğu gibi deneyimlemedikçe, hayatın gerçeğini göremezsiniz.
Bir deneyin sadece yürüyün, sadece dinleyin, sadece için, yiyin. Suyu içerken suyun, yemeği yerken yemeğin, kişiyi dinlerken insanın lezzetinin zevkini çıkarın. Etrafı seyredin, hiçbir tanımlama yapmak zorunda değilsiniz hissettiklerinize. Güzellikleri isimlendirerek sihirlerini bozmayın.
Hissettiklerimizi isimlendirmek zorunda değiliz. Yaptığınız şeyleri sadece yapın.
Adlandırmadan, yargılamadan, sorgulamadan, anlam yüklemeden, etiketlemeden…
Hayatın olmasına direnmeyin, izin verin.
Hayatın akışında her şey zaten mükemmel gidiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder