Uğur Mumcu

Uğur Mumcu
Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor…

Gözden kaçanı, görülmeyeni, yok sayılanı, değer verilmeyeni, fark edilmeyeni fark ettirmek için...




2 Nisan 2011 Cumartesi

Öldüğünde banka hesabında üç beş kuruş vardı - Cüneyt Arcayürek

Son günlerde gazetelerdeki kimi aykırı yorumlara geçmeden önce güncelliğini belki uzun bir süre koruyacağa benzeyen Zekeriya Öz olayıyla ilgili bir
habere göz atalım.

Geçenlerde Galatasaray Kulübü’nün Mali İdari Kurulu toplandı.

Fatih Erdoğdu imzalı bu konudaki yazıyı birlikte okuyalım:

“Kurulda en çok tepki gören isim Ergenekon savcısı Zekeriya Öz oldu. Başkan Adnan Polat’ın ‘özel kontenjanından’ kulübe üye olmakla eleştirilen Öz için, ‘Türkiye’nin bir bölümü de Galatasaraylı olan aydın, Atatürkçü isimlerini de üzen bir insan nasıl kulübe kayıt edilir’ ifadesi kullanıldı.

Ancak konuşmalar sırasında arka sıralardan ‘Zekeriya Öz’ü kulübe üye yapanlar o koltukta oturmasınlar, burası Atatürk’ün kulübü’ sesleri yükseldi.

Bir konuşmacının ‘Bazı gerçekleri burada söylüyorum. İnşallah yarın sabah birileri gelip bizi Silivri’ye götürmez’ sözü de büyük alkış aldı.

Üyeler de kuliste, ‘Zekeriya Öz, buraya gelmeye cesaret edemedi, ama adamları var, dikkatli konuşun’ diye espri yaptılar.”

Bu haber; bir spor kulübüne üye olması bile ağır eleştirilerle karşılanan bir savcının özel yetkilerle koltuğunda oturmayacağına bir örnek!

Bu örnek, Öz’ün topluma nasıl ve büyük ölçüde korku saldığına da kanıt!

***

Kimi köşe yazıları Silivri’de yıllardır (şimdi bir hücrede) tek başına yatan, tutukluluk süreleri artık cezaya dönüşmüş, toplumda saygınlığı ile anılan kimilerinin 12 Haziran’daki seçimlerde aday olmalarını tartışıyor.

Üstelik olumsuz kimi yakıştırmalar, yanlış bilgilerle…

Örneğin Milliyet’te Mehmet Tezkan’ın “Haberal beni şaşırttı” başlıklı yazısı…

Önce “Prof. Mehmet Haberal’ın Ergenekon’da haksızlığa uğradığına inandığını” yazıyor ve sonra:

“Buna karşılık ağır kalp hastası olduğu için 2 yıl hastanede yatan, cezaevinde üç kez kalbi duran birinin nasıl milletvekilliğine talip olduğunu anlayamadığını…

…Çıkmak içinse onun için hapse düşen profesörlere ayıp olmaz mı?” diyor.

Kalp hastası, tahliye talepleri sürekli reddedilen bir kişinin hem sağlığı açısından hem de uğradığı haksızlığı dışarıda daha güçlü biçimde savunma olanağı açısından aday olması veya adaylığı kabul etmesi neden -çok- şaşırtıcı oluyor?

Prof. Haberal ne yapmalı idi?

Ben yatarım içeride mi demeliydi? Bir.

Arkadaşlarımı da aday göstermeniz koşuluyla aday oluyorum veya olurum mu diyecekti? Bu da iki!

Adaylığı söz konusu bir gazeteci içerideki gazetecilerin de aday olmasını dayatabilir miydi?

İçeride yatana dışarıdan gazel okumak kolay!

Silivri duruşmalarını dikkatle izleyenlerin gözünden kaçmamıştır.

Mahkemenin sendikacı Mustafa Özbek’i tahliye kararı duruşmada bütün sanıkların alkışlarıyla karşılandı.

Mapusluğu yaşamayanlar, değil iki yıl, iki gün, bir hücrede ancak duvarlarla konuşmanın ıstırabını bilemezler. Dışarıda olanlar içeride olmanın ne demek olduğunu nedense anlamazlıktan geliyorlar.

Basın özgürlüğünü savunanların, tutuklulara özgürlüğü neden çok gördüklerini anlamak, hatta sıralayacakları kimi gerekçelerle anlatsalar da… anlamak olanaksız!

***

Kimileri de ya kulaktan dolma bilgiyle kaleme sarılıyor. Ya da parti kulislerindeki ihtiras dalgalarını yansıttığı izlenimi veren yazılar döktürüyorlar.

31 Mart günü Hürriyet’te daha önce bilgi almadan konuşmadığını, yazmadığını övdüğüm Şükrü Küçükşahin’in “Yeniden CHP’de sanık aday üzerine” başlıklı yazısı yayımlandı.

Silivri’den adaylıkları söz konusu gazetecilerin adaylıklarını ele alıyor.

Yazı genelde gazetecilerin -tabii CHP’den- adaylığına karşı çıkıyor.

Çarpıcı bir örnek veriyor.

Demokrat Parti’nin (Adnan Menderes’in) basına olanca şiddetiyle yüklendiği günlerde… AKİS dergisinin sahibi, başyazarı, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’le ilgili bir olayı şöyle anlatıyor:

“…Toker, yazdıkları nedeniyle cezaevindeyken vekil yapılarak kurtarılmak istenmiş, ama -1957 seçimlerinde- öneriyi hem Toker hem de İnönü, ‘Asla’ diye reddetmiş.”

Diyor ki; “(bugünkü) CHP yönetimi bu ayrıntıları (kızı, PM üyesi) Gülsün Hanım’a sorar mı, sorarsa yönetimde adaylıkları savunan Süheyl Batum başka bir noktaya gelir mi bilmiyorum, ama her CHP’li bu örnek üzerinde durmalı.”

Başüstüne! Ne ki, olayı saptıranlardan değil… gerçeği yaşayanlardan öğrenerek yazmak koşuluyla…

Kızı Gülsün Bilgehan, CHP heyetiyle ABD’de, ama Metin’in eşi sayın Özden Toker, -yazının yazıldığı sırada- Ankara’da.

Ş. Küçükşahin, bir zahmet Sayın Özden Toker’i arasaydı…

Milletvekilliği önerildiği sırada Metin Toker’in cezaevinde değil…

…Dışarıda olduğunu öğrenebilirdi.

***

Üstüne üstlük yakın dostum, birlikte uzun süre AKİS’te çalıştığım, her zaman Pembe Köşk’te bir araya gelip söyleştiğim Metin Toker bana olayı sıcağı sıcağına anlatmış idi…

Ankara CHP örgütü AKİS yayınlarına diş bileyen Menderes’in bir yazıyı bahane ederek Metin’i yine cezaevine sokması olasılığına karşı…

…Bir önlem olarak milletvekilliği önerdi.

Her zaman yeniden tutuklanma riski ile yaşayan Metin’i korumaktı amaç.

Oysa Metin her zaman mesleğin risklerini göze alan bir yazardı.

Öneriyi reddetti ve yerine Bülent Ecevit’i önerdi. Ecevit’in önünü açan milletvekilliği böyle başladı.

Metin ölünceye kadar gazeteci kaldı.

O bugünkü kimi gazeteciler gibi cebini kimin dolduracağıyla değil, kafasıyla, mesleğiyle övünen bir yazardı, gazeteciydi.

Öldüğünde banka hesabında üç beş kuruş vardı.

O günlerin koşulları ile bugünün koşulları arasında en ufak benzerlik yok!

Kulisteki kişisel amaçlı çalkantıları benimseyerek olayları yansıtanlara, önce çuvaldızı kendilerine batırmalarını anımsatmak gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder