Seda PEKGÖZ
İnsan, kendi varlığını bir mozaik gibi inşa eder. Her birimizin giyim tarzı, yemek yeme alışkanlıkları, konuşma üslubu, tatilden beklentileri, eğlence anlayışı ve değerleri, bu mozaiğin eşsiz parçalarını oluşturur. Bu parçalar, bireyin kimliğini yansıtan, onu diğerlerinden ayıran ve aynı zamanda toplumsal bir varlık olarak tanımlayan unsurlardır. Ancak, bu özgün parçalar, bir başkasının parçalarıyla karşılaştığında sıklıkla bir çatışma alanına dönüşür. Sosyolojik açıdan bakıldığında, bu çatışma, bireylerin farklılıkları algılama biçimi ve “benim doğrum en doğrusu” inancıyla şekillenir.Farklılıkların ÖtekileştirilmesiToplumlar, bireylerin bir araya gelmesiyle oluşur; ancak bu bir araya geliş, her zaman uyum ve kabul anlamına gelmez. İnsanlar, kendi parçalarına sıkı sıkıya bağlıdır ve bu parçaları bir kimlik, bir doğruluk ölçütü olarak görür. Başka birinin giyim tarzı, davranış biçimi ya da değerleri kendi parçalarımızla örtüşmediğinde, çoğu zaman ilk tepkimiz burun bükmek, görmezden gelmek ya da küçümsemek olur. Bu, sosyal psikolojide “ötekileştirme” olarak tanımlanan bir süreçtir. Ötekileştirme, bireyin kendi normlarını merkeze alarak diğerlerini değerlendirmesi ve farklı olanı dışlamasıdır. Bu süreç, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de derin ayrışmalara yol açar.Sosyolog Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramı, bu noktada açıklayıcıdır. Habitus, bireyin sosyal çevresi ve deneyimleri aracılığıyla şekillenen davranış, düşünce ve algı kalıplarını ifade eder. Her birimizin habitusu, kendi parçalarımızdan oluşan bir çerçeve sunar. Ancak, bu çerçeve, diğerlerinin habitusunu anlamayı zorlaştırabilir. Kendi habitusumuzu “doğru” ya da “üstün” görme eğilimi, farklılıkları bir tehdit olarak algılamamıza neden olur. İşte bu eğilim, bireyler ve topluluklar arasında görünmez duvarlar örerek sosyal bağları zayıflatır.“Benim Doğrum” Öz GüveniFarklılıkları yok saymanın ya da küçümsemenin altında yatan bir diğer dinamik, bireyin kendi parçalarını mutlak doğru olarak görmesidir. Bu, sosyolojide “etnosentrizm” olarak adlandırılır; yani kendi kültürünü, değerlerini ve yaşam biçimini diğerlerinden üstün görme eğilimi. “Ben böyle yapıyorsam, doğrusu budur” öz güveni, bireyin kendi parçalarını evrensel bir ölçü olarak konumlandırmasından kaynaklanır. Bu öz güven, empatiyi ve diyalogu engelleyerek toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir. Örneğin, birinin tatil anlayışını “sığ” bulmak ya da bir başkasının yemek yeme alışkanlığını “tuhaf” olarak nitelendirmek, bu etnosentrik bakışın yansımalarıdır. Oysa hiçbir parça, diğerinden daha değerli ya da saygıdeğer değildir; sadece farklıdır.Bu noktada, sosyolog Zygmunt Bauman’ın “sıvı modernite” kavramı da bize bir ayna tutar. Modern toplumlarda bireyler, sürekli değişen ve belirsiz bir dünyada kendi kimliklerini sabitlemeye çalışır. Bu sabitleme çabası, farklılıkları tehdit olarak algılamaya ve kendi parçalarını yüceltmeye yol açabilir. Ancak, Bauman’ın da işaret ettiği gibi, bu sıvı dünyada farklılıklarla barışmak, bireylerin ve toplumların hayatta kalması için bir zorunluluktur.Birleştiren Parçalar: Empatiye DoğruPeki, bu parçaları birleştirme mümkün müdür? Farklılıkları yok saymak yerine, onları anlamaya ve kucaklamaya yönelik bir çaba, toplumsal uyumun anahtarı olabilir. Sosyolojik açıdan, bu süreç “sosyal sermaye”nin güçlendirilmesiyle ilişkilidir. Sosyal sermaye, bireyler ve gruplar arasındaki güven, iş birliği ve dayanışma ağlarını ifade eder. Farklılıkları kabul etmek, bu ağları güçlendirir ve toplumsal bağları sağlamlaştırır.Empati, bu birleştirme sürecinin temel taşıdır. Bir başkasının parçalarını anlamaya çalışmak, onların dünyasına bir kapı aralamaktır. Örneğin, birinin yemek yeme alışkanlığını anlamak için onun kültürel geçmişine bakmak, birinin tatil anlayışını kavramak için onun yaşam koşullarını göz önünde bulundurmak, bu empatiyi inşa etmenin yollarıdır. Bu çaba, sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de dönüşüm yaratabilir. Toplumlar, farklılıkları bir zenginlik olarak gördüğünde, ayrışma yerini dayanışmaya bırakır. Parçaları Bir Mozaik Gibi GörmekHerkesin kendine özgü parçaları vardır ve bu parçalar, insanlığın renkli mozaiğini oluşturur. Ancak, bu mozaiğin güzelliği, parçaların bir arada uyum içinde var olabilmesindedir. Farklılıkları yok saymak, bu mozaiği parçalamak anlamına gelir. Oysa her bir parça, ne daha değerli ne de değersizdir; sadece farklıdır. Sosyolojik bir perspektifle, farklılıkları anlamaya ve kabul etmeye yönelik bir çaba, bireyleri ve toplumları bir araya getirir. Bu çaba, “benim doğrum” öz güvenini sorgulamayı ve başkalarının parçalarına saygı duymayı gerektirir. Belki de insan olmanın özü, kendi parçalarımızı korurken, başkalarının parçalarını da bu büyük mozaiğin bir parçası olarak görebilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder