Uğur Mumcu

Uğur Mumcu
Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor…

Gözden kaçanı, görülmeyeni, yok sayılanı, değer verilmeyeni, fark edilmeyeni fark ettirmek için...




24 Ekim 2010 Pazar

78'liler... / 2

Gönlünü devrime kaptırmış 78’liler için uğrak yerlerinden biri cezaevleriydi. İzinsiz gösteriler, forumlar, yazılamalar cezaevini gerektirmiyordu. Bu eylemlerde yakalananlar bir günlük gözaltının ardından bazen karakolca, bazen de savcılıkça serbest bırakılıyordu. Ancak silah bulundurma, çatışmalarda yakalanma ya da yukarıdaki eylemler nedeniyle sürekli yakayı ele verme farklıydı.

Mustafa Balbay

Cumhuriyet / Yazı Dizisi-


Cezaevine girmek onur, sevgili edinmek sabıkaydı
Bunlar birkaç aylık hapis cezalarını gerektiriyordu. Cezaevinden çıkan bir kişi, büyük bir işlev üstlenmiş lider edasıyla okula gelirdi. Karşılama da öyle olurdu. Etrafında daha çok insan bulunurdu. Kantine gittiğinde de havası başka olurdu. Bir anlamda onur belgesi edinmiş demekti. İçeriden anılar, karşılıklı kahkahalar eşliğinde ballandırılarak anlatılırdı. Cezaevinden çıkanın etrafındakiler, kendisini birkaç kez ziyaret etmiş olurdu. Her ziyaretin önü arkası ayrıca paylaşılırdı. Cezaevine girmenin hukuktaki karşılığı sabıka ise, devrimci hareketteki karşılığı onurdu.
Sabıka sözcüğünün devrimcilikte karşılığı ise şuydu:
Sevgili edinmek...
Olacak iş değil!



Hırsızlık değil kamulaştırma
Özel yaşam kavramı örgütsel yaşam olarak biçimlenmişti. Yurtlar doğal olarak birlikte yaşama ortamıydı. Her şey ortaklaşa yürütülüyordu. Yerine göre para da birlikte harcanıyordu. Parasız kalınan anlarda üniversiteye ait bir şeyi almak ya da ondan yararlanmak gerekirse buna kesinlikle “hırsızlık” denmezdi.
Ya ne denirdi?
Kamulaştırma...
Ege Üniversitesi’nin meyve bahçeleri başlıca kamulaştırma alanlarından biriydi.
Evlerde yaşayanlar için de durum pek farklı değildi. En az birkaç kişi kalınırdı. Tabii tümü aynı siyasetten... Sayı artabiliyordu. Kent dışından misafir gelenler, hareketin özel görev verdiği kişiler bu evlerin doğal konuğuydu.
Devrimci grupların içinde yer almayanların da üniversite içinde özgürce dolaşması, örneğin arkadaşıyla el ele tutuşması kabul gören bir şey değildi. Dikkati çeken davranışlar uyarılıyordu. Olmazdı, yakışmazdı... Birlikte dolaşmaya evet ama, ele ele tutuşmak hoş bir şey değildi. Bu denetimden geçen, ama devrimci hareketlerin içinde yer almayanlara genel olarak şu ad takılırdı:
Sev-genç!
Bütün bu örgütlü kontrole, uyarıya, devrimcilik ateşine karşın kalbe kilit vurulur mu?
Elbette vurulamaz... Örgüte haber vermeksizin âşık olanlar gizli gizli buluşur, dışa vurmamaya çalışırdı. Ama er ya da geç bu ortaya çıkardı. İşte o an damga da vurulurdu:
O sabıkalı...”
Üniversite gençliğinin temel işlevlerinden biri de işçileri aydınlatmak, gecekondu semtlerini uyandırmaktı. Özellikle gecekondu semtlerinde yapılan çalışmalarda kız öğrencilerin gecekondu gençlerini devrime çekme çabası çoğunlukla yanlış anlaşılırdı. Üniversiteye gidememiş, kalfalık ya da benzer işlerde çalışan delikanlılar karşılarında üniversiteli kızları görünce hemen devrimci olurlardı ama âşık da olurlardı!
78'liler...

Devrim nikâhı
Önceden izin alınması şartıyla, evlilik zeminli birlikteliklere de büyük ölçüde karşı çıkılmazdı. Önkoşul örgüt yönetiminin bunu onaylaması idi. Hatta bazı gruplar bu onayı “devrim nikâhı” kıyma törenine kadar götürürdü.
Devamında resmi nikâh kıyılsa da asıl olan devrim nikâhı idi. Bu evliliklerden çocuklar olduğunda herkesin yüzünü büyük bir sevinç kaplardı. Müjde verilirken “kız oldu-erkek oldu” denmezdi. Şuydu müjde:
Bir devrimci doğdu!
Çocuk daha doğar doğmaz birinci gün geleceğin devrimcisi ilan edilirdi.
Hal böyle olunca, çocuğa isim bulmak da zor olmazdı...
Devrim” ne güne duruyor... Sonra “Deniz, “Mahir, “Taylan, “Ulaş”... Sonra “Ürün”, “Atılım”...


Önce devrim sonra diploma
Üniversiteli devrimci gençliğin önündeki bir başka ikilem de şuydu:
Burjuvazinin eğitim sistemini kabul edip diploma sahibi olmak mı, eğitim sistemine karşı da mücadele etmek, gerekirse direnmek mi?
Çoğunluk için diploma ikinci plandaydı. Üstelik devrimden sonra zaten her şey yeniden planlanacaktı. O nedenle önceliği devrimci mücadeleye vermek gerekiyordu. Ancak, üniversitede mücadele vermek için üniversiteli olmak gerektiğine göre, bunun asgari şartlarını da yerine getirmeliydi. Hemen her devrimci grubun içinde son derece zeki, üniversite sınavlarına yeniden girdiğinde başarılı olabilecek öğrenciler vardı. Özellikle devamsızlık nedeniyle birkaç yıl üst üste aynı sınıfın öğrencisi olarak kalan gençlerden bazıları yeniden sınava giriyor ve birinci sınıftan başlıyordu. Örgüt kararı böyleydi.
Bu yöntemleri benimsemiş öğrencilerin çoğu, üniversiteyi 12 Eylül’den yıllar sonra bitirdi ya da eğitimi yarıda bıraktı.
Buna koşut bir başka tartışma da şuydu:
Devrimci olmak için ne kadar kitap okumak gerekir?
Her grubun kendi “teorisyenleri” vardı. Onlar özeldi. Belli başlı temel kitapların tümünü okumuş ve çok iyi alıntı aktarma ustası olmuşlardı. Karşılıklı tartışmalarda Lenin’in bir kitabının falanca sayfasının ikinci paragrafını aynen ezbere aktarabilen bir teorisyene karşı öteki grubun teorisyeninin de başka bir kitaptan daha uzun bir alıntıyı aktarması gerekiyordu.
İlk baskı 5 bin adetti
Karşılıklı alıntı yarışması sık sık yumrukların konuşmasıyla noktalanırdı. Ama yine de kitabın çok okunduğu bir dönemdi. Bunu kitabevlerinin büyüklüğünden anlamak da olasıydı. Büyük kentlerin merkezindeki kitabevleri 70’li yıllar boyunca büyük salonlarda hizmet verirken, 12 Eylül’ün ardından adım adım küçüldüler.
Ne kadar kitap okunduğuna ilişkin gösterge olması bakımından şu bilgiyi verelim:
2000’li yıllarda sosyal içerikli kitapların bir baskısı bin adet yapılıyor. 1970’li yıllarda ise bu tür kitapların ilk baskısı 5 bin adetti.
Bir kitabı birden fazla kişinin okuduğunu da vurgulamak gerek. Kimi uyanıklar, okunmuş, altı çizilmiş kitapları alır, sadece çizili bölümleri okurdu. Böylece hareketin verdiği “okuma öde-vini” yerine getirmiş sayılırdı. Yeniden altını çizelim; bir devrimcinin sözü edilen kitabı okuduğunu ortaya koyması için en önemli kanıt, alıntılar yapmasıydı. O alıntıları ezberleyince iş tamamdı.
Kitap okumayı ikincil iş sayanların sık anlattığı fıkralardan biri şuydu:
Devrimci olmak için önce temel teorileri bilmek gerektiğini düşünen bir genç okuması şart olan kitapları alıp evine çekilmiş. Günlerce okumaya devam etmiş. Bir sabah sokaktan gelen gürültülerle uyanmış. Pencereyi açıp bakmış, bir de ne görsün; devrim olmuş... İnsanlar sevinçle devrimi kutluyor!
Bir de “toplu okumalar” vardı. 8-10 kişilik gruplar, seçilmiş bir kitabı yüksek sesle satır satır okurdu. Sadece okumakla yetinilmez, bölüm sonlarında tartışma da yapılırdı. Tartışılması en çok heyecan veren kitaplar, Çin’den Sovyetler’e, Küba’dan Vietnam’a kadar devrimin başarıldığı ülkelerde bunun nasıl gerçekleştirildiğine ilişkin olanlardı. Özellikle o ülkelerin koşullarıyla Türkiye’ninkini karşılaştırmak ve devrimin bizde de yakın olduğunu hissetmek güzel bir duyguydu.
Bundan bütün öğrencilerin hoşlandığı da söylenemezdi tabii. Güvenlik gö-revinde bulunmak üzere saatlerce bir semtte, sokakta beklemek mi; bir saat kitap okumak mı ikileminde çekincesiz birincisine yazılanlar da az değildi!
Devrimci-Yol’un tirajı 150 bini aşıyordu
Kitabın yanı sıra politik içerikli dergilerin de çok yoğun okuyucu bulduğu bir dönemdi. Dergiler, kent merkezlerinden üniversite kampuslarına kadar pek çok yerde satılıyordu. Örneğin 1977’de yayına başlayan Devrimci-Yol dergisinin tirajı sık sık 150 bini aşıyordu.
Sonuç olarak öyle ya da böyle mutlak kitapla, okumakla ilgili bir kuşaktı 78’liler.
Deyim yerindeyse; bildiğini okuyan değil, kitap okuyandı.
Hariçten gazel okuyan değil; ülkenin, dünyanın bütün sorunlarıyla ilgili bulduğunu okuyandı.
Biraz da meydan okuyan bir kuşaktı; eşitsizliğe, yoksulluğa, halkın ezilmesine, emperyalizme...
Emperyalizm de öyle çok büyütülecek bir düşman değildi.
Evet kaplandı ama...
Kâğıttan kaplandı!


'İzmir birinci kordon işçilerinin...'
Bir önceki kuşaktan devrime olan inancı tam alan 78 kuşağı, kendisi için hiçbir şey istemiyordu. Zaten devrimin özü de halkın iktidara gelmesiydi. Devrimle birlikte her şey daha eşit olacak ve halk, refahtan payını tam alacaktı. Başlıca yol haritalarından biri şuydu:
Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!
Sendikaların, beyaz yakalı işçilerin bu yöndeki mücadelesine gençlik de omuz veriyordu. O dönemin koşulları içinde gençliğin sendikalara, meslek odalarına başlıca katkısı şuydu:
Güvenlik ve afiş-pankart asma...
Her iki sorumluluğu da başarıyla ve sonuna kadar üstlendiler.
70’li yılların sonu aynı zamanda büyük grev dalgalarının da yaşandığı dönemdi. Özellikle maden, tekstil iş kollarında yaşanan grevler hem devrimci mücadelenin bir parçası olarak görülüyor hem de iktidarların ülkeyi yönetememe noktasına gelmesini sağladığı düşünülüyordu. Devrimden sonra işçiler zaten en iyi şekilde yaşayacaklardı...
Bu inancı paylaşan bir grup genç 1978 yazında İzmir’in Bornova bölgesindeki bir grevi ziyaret etti. Grev çadırında çay içtiler. Ortada asılı radyodan son haberleri dinlediler. Fabrikanın önündeki demir parmaklıklara asılı kararlılık pankartlarını selamlayıp kent merkezine doğru yürüyüşe koyuldular. Gençlerin zaman zaman yaptığı keyifli işlerden biri Bornova’dan Alsancak Limanı’na kadar yürümek, limandan Birinci Kordon’a geçmek, oradan yürüyerek Pasaport İskelesi’ne gelmekti. Orada yorgunluk çayının yanında sohbet-tartışmanın tadına diyecek yoktu.
Gençler Alsancak Limanı’ndan Birinci Kordona geçince, deniz havası, martılar, ılık rüzgâr, derin bir nefes aldılar... İçlerinden biri Birinci Kordon’un önü palmiyeli apartmanlarına bakıp yanındakilere seslendi:
- Arkadaşlar, devrimden sonra Birinci Kordon’u maden işçilerine verelim...
Öylesine içten ve pazarlıksız bir öneriydi ki, genel kabul gördü. Öneriyi getiren de iyi bir paylaşım yapmanın keyfi içinde bir kordona bir denize bakarken, itiraz geldi. Kampustan bir genç dedi ki:
- Ben maden işçilerine verilmesinden yana değilim...
Nasıl yani?
- Bence birinci kordonu maden işçileri değil, tekstil işçileri hak ediyor.
Ama en ağır işçilik madencilik... Metal işkolu da öyle...
- Ağır iş olduğunu kabul ediyorum... Tekstil işçilerinin nasıl çalıştığını biliyor musun?
Şimdi tutup kimin işi daha ağır tartışmasına girmenin ne gereği var... İşte metal işçilerini ziyaret ettik. Ne koşullarda çalıştıklarını anlattılar. Üstelik iş kazalarının en yoğun olduğu sektör...
- Tekstil işçileri bazen 15-16 saat çalışıyorlar. Nâzım Hikmet’in Bursa İpek Fabrikası işçileri şiirini okumadın mı? Genç kızların kanıyla ipek dokunuyor, diyor...
Bir de maden ocağının dibini düşün... Bin derecenin üzerine çıkan sıcak ocakların önünde demir köz köz erirken onun karşısında ter dökenleri düşün...
- Ben tekstil işçileri diyorum arkadaş...
Yav sen nereden taktın bu tekstil işçilerine?..
- Geçen hafta Kula Mensucat işçilerini ziyaret etmiştik...
Durum anlaşılmıştı... Tartışma Pasaport İskelesi’ne yaklaşıncaya dek sürdü. Pasaport’a doğru tatlıya bağlandı... Birinci Kordon maden işçilerinin olacaktı, Karşıyaka’da deniz kıyısındaki evler de tekstil işçilerinin...


Aydınlanma ve Gençlerimiz

Aydınlanma hareketimizde, gençlerin özel bir yeri vardır. Her Aydınlanma gibi bizim Aydınlanmamızda da, “ilerleme” düşüncesi, baştacı kavramlar arasındadır: Toplum, durağan bir varlık değildir; akan zamanla beraber değişiyor, değişecek; çünkü bilim ve teknik ilerliyor; insanlığın “altın çağ”ı geçmişte değil, gelecekte. İlerleme kavramı, böylelikle “yarın”lara inanıyor ve -pek doğal olarak da- yarınların insanına; yani “gençlik”e.
Aydınlanma hareketimizin Nâzım Hikmet’ten önceki dev şairi Tevfik Fikret, bir şiirinde “Bir gün yapacak fen şu kara toprağı altın; her şey olacak bilim gücüyle... inandım” deyip bilime saygısını dile getirirken; o güzelim “Ferda” (yarın) adlı şiirinde, ilerlemenin tablosunu çizer ve güçlerini belirtir.
Nasıl başlıyordu -günümüz diliyle- o şiir?
Yarın senin, senin bu yenilik, bu devrim.
Herşey senin değil mi ki, zaten? Sen ey gençlik!
Ey umudun parlak çehresi...
Şiir de “bugünün gençlerine” ithaf edilmiştir aslında.
Öyle derler, Atatürk’ün en sevdiği şairmiş Tevfik Fikret. İkisi de Aydınlanma hareketimiz içinde yer alan bu iki insan arasındaki ruhsal ve düşünsel yakınlık pek doğal. Böylece, onun Söylev’in sonunda Cumhuriyeti, kalkıp “gençlik”e emanet etmesinde şaşılacak hiçbir yön yoktur. Söylev’in o parçasında kimi cümlelere takılıp şovenlik yapıldığı gibi bir kanıya da hemen varmayalım; orada dile getirilmek istenen asıl düşünce başkadır.
Laik eğitim de, işte bu bağlamda anlam kazanıyordu: Çünkü amaç, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirmekti; yani yarınları yaratacak gençliği!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder