Uğur Mumcu

Uğur Mumcu
Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor…

Gözden kaçanı, görülmeyeni, yok sayılanı, değer verilmeyeni, fark edilmeyeni fark ettirmek için...




8 Temmuz 2011 Cuma

Yargılanan ilk Gladio eylemi

Beyazıt'ta dersten çıkan öğrencilerin üzerine 33 yıl önce bomba atılmış, 7 üniversitelinin öldüğü olayda 41 öğrenci de yaralanmıştı
Olayın olduğu tarihte İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiyde Cem Alptekin. 16 Mart 1978 günü son dersleri boş olduğu için merkez binadan erken çıkıp toplanma yerleri olan Süleymaniye’ye geçerler. (Okula hakim olan sağ görüşlü öğrenciler yüzünden topluca gelip gitmektedirler.) Hava kapalı ve pusludur. Orada son dersteki arkadaşlarının gelmesini beklerken büyük bir patlama duyarlar. Önce gök gürültüsü sanırlar. Ama acı haber Süleymaniye’ye de ulaşır. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde öğrencilerin üzerine “bomba atılmış, hemen ardından da öğrenciler silahla taranmıştır”...

Beyazıt’a doğru koşarlar, arkadaşları dört biryana düşmüş, yerler kan gölüdür... Hemen yardıma koşarlar, yaralı arkadaşlarını hastanelere taşırlar. Saldırganların peşine düşmesi gereken polis de her nedense hastanededir. “Hastanede zanlı aranır mı? Yaralı arkadaşlarımıza zanlı muamelesi yaparak, onları gözaltına almak için her türlü baskıyı reva gören bir polis uygulamasıyla karşılaştık” diye anlatıyor o günü avukat Cem Alptekin...

Yıllar sonra “Kontrgerillanın Türkiye’yi 12 Eylül askeri darbesine taşıyan kitlesel katliamlarının ilk halkası” olduğu ortaya çıkan “16 Mart katliamı”nda yedi arkadaşları, Hatice Özen (1957), Cemil Sönmez (1956), Baki Ekiz (1956), Ahmet Turan Ören (1955), Abdullah Şimşek (1956), A. Hamit Akıl (1954), Murat Kurt (1954) ölmüş, 41 arkadaşları (resmi kayıtlara böyle girmekle birlikte 100’e yakın) da yaralanmıştır. Olayın duyulması üzerine başka üniversitelerden de akın akın öğrenciler İstanbul Üniversitesi’ne gelir. O güne kadar ülkücülerin elinde olan okulu işgal ederler. Gece boyu eylem sürer, anfilerde konuşmalar yapılar, katliam protesto edilir. Ertesi gün de binlerce öğrenci, Beyazıt’tan Gülhane’ye yürür ve cenazelerini morgdan alır...

Hrant Dink olayında olduğu gibi 33 yıl önce 16 Mart katliamında da “solcu öğrencilerin üzerine bombanın atılacağı” İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne günler önceden ihbar edilmiş, resmi yazıyla tüm birimler uyarılmış. Ama hiçbir tedbir alınmamıştır. Akabinde olaydan 15 gün sonra katliamı kimlerin yaptığına dair İstanbul Valiliği’ne sayısız ihbarda bulunulur. Ama bu ihbarlar (biri hariç) dikkate alınmadığı gibi emniyet kendi içindeki ihbarcılarla hesaplaşmakla meşguldür. Emniyet, katliamla ilgili bilgi ve belge vermemeye kararlıdır, mahkemeleri oyalamayı yıllarca da sürdürür... İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nı harekete geçiren tek ihbar ise (olay yerinden silahıyla kaçarken görülen ülkücü Sıddık Polat’a ilişkin) bir hukuk fakültesi öğrencisine aittir.

Katliamın ilk iddianamesi, 1 Aralık 1978’de İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nca faşist militan Sıddık Polat ile aralarında MHP’nin ve ÜGD’nin İstanbul’da önde gelen isimlerinden, aynı zamanda hepsi de Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Mehmet Gül, Kazım Ayaydın, Orhan Çakıroğlu ve Ahmet Hamdi Paksoy hakkında TCK 450. maddeden idam cezası istemiyle hazırlanır, dava açılır. Bu sırada, 24 Aralık 1978’de bu kez faşistler Kahramanmaraş katliamını yaparlar. Bunu üzerine Türkiye’de sıkıyönetim ilan edilir. 16 Mart katliamının dosyası ise 15 Ocak 1979’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce ‘görevsizlik’ kararı verilerek İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’ne gönderilir. 1 yıldan fazla süren yargılama sonunda, 30 Mayıs 1980’de 1 No’lu İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi, Polat dışında tüm sanıkların “delil yetersizliğinden” beraatine karar verirken Sıddık Polat’ı “eylemin icrasını kolaylaştırmak”tan 10 yıl hapis cezasına mahkum eder.

Polatın avukatı temyize gider ve Askeri Yargıtay 3. Dairesi 5 Aralık 1982’de kararı, sanık lehine bozar. Dosya tekrar İstanbul 1 No’lu Askeri Mahkeme’ye gelir. 8 Ağustos 1984’te Mahkeme, kararında ısrar edince dosya bu kez Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’na gider. O da sanık lehine kararı bozunca artık yapılacak bir şey yoktur. 4 yılı aşkın tutukluluktan sonra Polat da, “delil yetersizliği”nden beraat eder ve 13 Şubat 1985’te karar kesinleşir...

Ancak Sıkıyönetim Mahkemesi, gerekçeli kararında çok önemli bir saptama yapar. Bu saptamaya göre; 16 Mart katliamı, Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak mukateleye (çatışmaya) teşvik amacı ile işlenmiş siyasi saikli bir eylem olup, bu nedenle bu tür bir eylemlerde, yargılamanın adiyen adam öldürmeyi yaptırıma bağlayan TCK’nın 450. maddesine göre değil, siyasi saikli eylemleri yaptırıma bağlayan TCK.149. maddesine göre yapılması gerekmektedir. İşte bu saptama 1988’de davayı yeniden gündeme getirerek, 1995’de yeni delillerle bir kez daha açılmasını sağlayan avukat Cem Alptekin ve arkadaşlarının hukuk mücadelesine ışık tutacaktır.

Gizli bir el, adeta ihbarların umursanmamasını sağlamış, görevini yapmak isteyen polisleri, soruşturmaları engellemiş, daha sonra ülkede yaşanacak pekçok olayda olduğu gibi yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşen bu katliamın da üstünün örtülmesini sağlamıştır... Ama katledilen öğrencilerin arkadaşları okullarını bitirip, meslek sahibi, çoğu da avukat olmuştur. Onlar bu dosyanın “faili meçhul” olarak kapanmasına izin vermeyecektir, vermezlerde...

Katliamın 10. yıldönümüne doğru toplanılar, neler yapabileceklerini konuşurlar ve kapatılan dava dosyasını incelemeye alırlar. Ortaya bir gerçek çıkar: Pekçok karanlık, araştırılması gereken ve üstü örtülen nokta varken, hepsinden önemlisi de ortada örgütlü bir suç varken dosya kapatılmıştır...

Cem Alptekin ve Hilmi Hanta’nın da aralarında bulunduğu genç avukatlar, bir komisyon oluşturarak dosya üzerinde çalışmaya ve konuyu kamuoyuna taşımaya karar verirler.

“Mevcut karartmaların üzerini açacak yeni ve ciddi delillere”
ihtiyaç vardır. Katliamın 10 yılından yani 16 Mart 1988’den itibaren basın aracılığıyla kamuoyunun önüne çıkıp, katliamla ilgili bilgisi olanlara ve tanıklara çağrıda bulunurlar, yeniden davayı açabilmek için destek isterler. Bıkmadan, usanmadan bu çağrılarını sürdürürler.. Ve nihayet, 1992 yılında çağrıları karşılığını bulur. İsot ailesi çıkıp gelir...

Önce ailenin en küçük oğlu Mehmet Şakir İsot’la görüşürler. İsot ailesi önceleri çok tedirgindir. O güne kadar çaldıkları tüm kapılar yüzlerine kapanmış; gereğini yapalım diyen çoğu kişiye veya gruba da onlar güvenememişler. Anlattıkları hikaye ise korkunçtur: Mehmet Şakir’in ağabeyi Zülküf İsot katliama katılan ülkücülerden biridir. Hatta abla Remziye Akyol’a göre’bombayı atan kişidir. Sürekli evlerine gelip giden polis Mustafa Doğan, Sıddık Polat ve Latif Aktı’da bu işin içindedir. Zülküf İsot’un pişmanlığını anlayan örgütün onu, Aktı’ya öldürttüğünü söylerler. Avukatlar bu tanıklıklar ışığında 1992’de suç duyurusunda bulunurlar. Dava ancak 3 yıl sonra 1 Haziran 1995’te açılabilir; çünkü Emniyet, Mustafa Doğan’ın kimliğini bir türlü bildirmez. Bu arada daimi arama yazıların altında, olay yerinde görevli olup “kaçan faillerin” yakalanmasına engel olduğu iddia edilen ve daha sonra Terörle Mücadele’den sorumlu müdür yardımcısı olan Reşat Altay’ın imzası vardır. Altay taltif edilerek 1. Şube’ye atanmıştır ve 20 yıl gibi uzun bir süre de burada müdür olarak kalmıştır... Sonrasında Tokat, Antep, Bursa, Kırklareli emniyet müdürlükleri yapmıştır… Altay’ın Susurluk kazasından sonra ortaya çıkan Abdullah Çatlı ile telefon görüşmeleri (ki, Çatlı’nın 16 Mart’da kullanılan TNT’leri temin ettiği de iddia edilmiştir.) ve Hrant Dink’in öldürüldüğü tarihte, cinayetin organize edildiği Trabzon’da Emniyet Müdürlü olması da oldukça dikkat çekicidir...

Dava, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Mustafa Doğan ve Latif Aktı hakkında “yedişer kez idam ve 41 kez 20 seneden az olmamak üzere hapis cezası” istemiyle ve yine adiyen adam öldürme iddiasıyla açılır, sürerken de peş peşe ilginç gelişmeler olur. Toplum Polisi Müdür Vekili Murat Naipoğlu’nun, solcu öğrencilerin üzerine 7-8 gün içinde bomba atılacağını istihbaratını gerekli yerlere bildirdiği ve hiçbir önlem alınmadığı görülür... Eylemi yöneteceğine dair adı geçen Özgür Koç’un adı da kayıtlardan silinmiştir. Bu isim de avukatların titiz çalışması sonucunda ortay çıkartılar ve ek iddianameyle (olaydan tam 19 yıl sonra) Koç’da davaya dahil edilir.

‘Tam bir kontrgerilla eylemi’

16 Mart katliamının “saf, orjinal bir kontrgerilla eylemi” ve 16 Mart davasını da “Türkiye’nin tek kontrgarilla davası” olduğunu ifade eden avukat Cem Alptekin, ayrıca bu eylemin “12 Eylül’ün işaret fişeği” olduğunu vurguluyor. 16 Mart’a giderken en önemli şeyin Kenan Evren’in 1 Mart’da Genelkurmay Başkanı olmasının ve devir teslim törenine de NATO komutanlarının katılmasının dikkat çekici olduğunu belirtiyor. Ardından ekliyor: “16 Mart’ta dünyada, özellikle de ortadoğudaki siyasi gelişmeler de dikkat çekicidir: Örneğin; İtalya’da Hırıstiyan Demokratların lideri Aldo Moro, Komünist Parti’yle ittifak görüşmesine giderken kaçırılıyor, İMF ve Dünya Bankası kıskacına giren Başbakan Ecevit, SSCB’yi ziyaret ediyor, Ortadoğu’da ise İran’da halk hareketi ile Filistin direnişi karşısında sıkışan ABD ve İsrail’in bölgedeki operasyol faaliyeti artıyor. Malum, içerde de 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesi için de bir hazırlık var. Yani her şey yeni bir darbenin hazırlığı açısından uygun şartları gösteriyor.”

Bir önemli olay da, 16 Mart 1978 sabahı İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasi Polis Ekipler Amiri Başkomiser Uğur Gür’ün otomobiline, bombalı ve silahlı saldırı yapılıyor Edirnekapı’da... İstanbul Üniversitesi’nde solcu öğrencileri korumakla görevli her zamanki ekip bu nedenle oraya kaydırılıyor, öğrenciler korumasız kalıyor. Üniversitede o gün göreve getirilen Kumkapı Birliği’nin başında ise komiser muavini Reşat Altay bulunuyor. Ve öğlen 13.45’te ortamdan şüphelenen öğrencilerin tüm itirazlarına rağmen polis öğrencileri ana kapıdan dışarı korumasız çıkmaya zorluyor. Ama her nedense Kumkapı Birliği ana kapıdan dışarı adım atmıyor. Dışarıda, okulun daimi kadrosundaki yedi polis memuru ise öğrencilerle meydan arasında tedbir alırken, o sırada Çınaraltı tarafındaki merdivenlerde toplanan ülkücü grubun “Beyazıt komünistlere mezar olacak” diye slogan atması üzerine bu grubun önüne doğru geri çekilince katliam gerçekleşiyor. Tamamen korumasız kalan öğrenciler atılan bombayla parçalanırken. Kumkapı Birliği’ne toz bile konmuyor. Dışarıda görev yapan 7 polisten şaşkınlığını atıp kaçanların peşinden koşmak isteyenleri de Kumkapı Birliği’nin başındaki Altay engelliyor...

16 Mart katliamı Alptekin’e göre bir “işaret fişeğidir...” Velhasıl bunun ardından da sırasıyla diğer cinayetler, katliamlar, Doğan Öz’ün, Abdi İpekçi’nin, Kemal Türkler’in ve daha bir çok aydının öldürülmesi, Bahçelievler katliamı, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya... Türkiye inanılmaz bir çemberin içine alınıyor ve 12 Eylül’le tamamlanıyor bu süreç. Yani Tablo bu...

“Bunun sıradan bir faşist eylem olmadığını, sivil paramiliter unsurların da kullanıldığı operasyonel bir eylem olduğunu biliyorduk. Bunun arkasında uluslararası bir organizasyon olduğuna dair çok ciddi emaraler vardı. Bütün mesele bunu yargı önünde delillendirmek ve mahkemeye kabul ettirmekti... İşte biz bunu başardık. Bir şey daha gördük biz o tarihlerde, maalesef Türkiye’yi 12 Eylül’e götüren o siyasi cinayet ve katliam davalarının hiç birinde meslektaşlarımızın kontrgerilla arayışına tanık olmadık” diyor Alptekin.. Adam öldürme iddiasıyla açılıp öyle de sonuçlandırılan bu davaların hiç birinin, kontrgerilla davasına dönüşmesi için gayret, cesaret ve niyet gösterilmediğini öne sürüyor. Ve ekliyor:

“Biz hiçbir zaman ‘Arkadaşlarımızın katillerini bulalım, yalnızca onlardan hesap soralım’, diye yola çıkmadık. İşlenen suçtaki profesyonelliğe, zamanlamaya, arkasındaki organize güce, devlet içindeki uzantılarına ve yarattığı toplumsal infiale baktığımızda, bu eylemde kullanılan tetikçilere ulaşmak bizi hiçbir zaman tatmin etmezdi, edemezdi... Ancak bu yargı sistemi içinde (deşifre edebileceğimize yürekten inansak bile) kontrgerillayı mahkum ettirebileceğimize inanacak kadar da saf olmadık. Bizim amacımız devletin hukuk dışı işleyen bu rutinini yargı önünde delillendirerek teşhir etmek ve kamuoyuna kontrgerilla gerçeğini tüm çıplaklığıyla anlatabilmekti. Biz de bunu (büyük bedeller ödeme pahasına) önemli ölçüde başardığımızı düşünüyoruz. Biz böylece; bir yandan yedi canımızın anısını canlı tutarken Türkiye’de ‘hukuk devleti’ ve adalet isteyen çevreler için mücadele çıtasını yükseltmiş ve onları samimiyet sınavına zorlamış olduk.”
Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder